23 Aralık 2013

Lovelace (2013)


Lovelace, 1970'lerin başında çektiği porno filmi Deep Throat ile ünlenen Linda Lovelace'in (Amanda Seyfried) hikayesini anlatıyor. Katolik, tutucu bir ailede büyüyen Linda'nın hayatı henüz yirmili yaşlarının başında tanıştığı Chuck Traynor (Peter Sarsgaard) ile değişiyor. Baskıcı ve tutucu annesi ile ortalıkta fazla görünmeyen babasının evinden koşarak ayrılıp, yakışıklı ve çekici Chuck'ın kollarına atılıyor. Lovelace bir dönüşüm hikayesi aynı zamanda. Evinin bahçesinde bikinisinin üstünü çözüp güneşlenmekten utanan genç bir kadından erkeklerin fantazilerini süsleyen bir porno yıldızına dönüşmenin hikayesi. Chuck bu dönüşümde katalizör görevini üstlenen asli unsur. Linear işlemeyen, iki farklı koldan anlatılan hikaye filme dinamizm getirmiş. İlk anlatım yaşananların çevreden algılanışını aktarırken, ikinci anlatım olayların aslında nasıl gerçekleştiğini ortaya koymuş. Fimle ilgili en büyük derdim porno endüstrisindeki kadın-erkek adaletsizliğini (ki burada kastettiğim patronların genelde erkek olması, pek çok yıldızın hak ettiğinden az kazanması vs. gibi meseleleri) aile içi sorunlara, şiddete indirgemeci tutumdu. Lovelace'in porno patronlarından zırnık alamamasının sebebi sadece özel hayatındaki sorunlarmış gibi gösterilmesi, meselenin kalbine dokunulmayıp teğet geçilmesiydi. Bir diğer rahatsız edici noktaysa filmin ahlak polisine dönüşmesi ve ''kurtarılması gereken kurban kadınlar'' klişesini birkez daha gözümüze sokmasıydı. Filmin başrol oyuncuları Amanda Seyfried ve Peter Sarsgaard'ın gayet iyi bir iş çıkardığını belirtmek gerek. Eğreti duran, abartılı gelen tek bir sahnelerine rastlamadım. Filmde en çarpıcı bulduğum sahne Linda'nın en yardıma ihtiyaç duyduğu anlardan birinde devriye gezen polis memuruyla karşılaşmasıydı. Umut, şöhretin getirdiği algılanış şekli ve çaresizliğin birbirini peşi sıra takip eden geçişi çok iyi kotarılmıştı. Ama aynı şeyi filmin bütünü için söylemek pek mümkün değil. Lovelace, 70lerin cinsel devriminden ziyade Linda Lovelace'in kişisel hikayesine odaklanan, porno endüstrisiyle ilgili sorunları ikili ilişkilere indirgeyen, başarılı oyunculukların yer aldığı ortalama bir film.

Lovelace
2013 ABD
Rob Epstein - Jeffrey Friedman
Yıldız Karnesi: **1/2

21 Aralık 2013

The Bling Ring (2013)


Sofia Coppola'nın son filmi The Bling Ring (Türkiye'de Pırıltılı Hayatlar isimliyle gösterime girmişti), lise öğrencisi olan ve maddi durumu oldukça iyi ailelerden gelen bir grup gencin Hollywood ünlülerine ait malikaneleri soymalarını konu edinen bir film. Büyük evlerde yaşayan, maddi anlamda pek de sıkıntı çekmeyen bu gençlerin hırsızlık yapması fikri filmi enteresan kılan nokta. Çetenin lideri Rebecca, yakın arkadaşları Nicki (Emma Watson), Sam ve Chloe, bir de okula yeni gelen, fazla girişken biri olmadığı her halinden belli olan Marc bu hırsızlık grubunun üyeleri. Arada bazı eklenmeler de olsa ekibin belkemiğini bu beşli oluşturuyor. Filmin tam anlamıyla üvey evlat muamelesi gösterdiği isimler Sam ve Chloe. Tabi bu demek değil ki grubun kalan üyelerini detaylıca tanıyabiliyoruz. Rebecca'nın başta Lindsey Lohan olmak üzere ünlü saplantısı ve Marc'ın yakışıklı bulunmama kaygısı ile hırsızlık grubunun en cesaretsizi, en çekingeni olması dışında karakterler hakkında öğrenebildiğimiz pek bir şey yok. Gruba bir bütün olarak bakıldığındaysa çevrelerindeki dünyadan kopuk, benmerkezci hayatlarında kendilerinden başka bir şey düşünmeyen, her gece o kulüp senin bu kulüp benim gezen ve tabi ki (çağımızın hastalığı) eğlenceyi kanıtlamak için bol bol fotoğraf çek(tir)en genç insanlar görüyoruz. Hayatla gerçeklik bağları öyle kopuk ki yakalanma ihtimalleri olduğunu dahi düşünmüyorlar. Bu paralel dünya gençlerini eleştirel dille bize sunan Coppola'nın karakterlerine fazla özenmediğini düşünüyorum. Lakin müziği kullanarak elde ettiği anlatım şeklini çok ama çok beğendimi belirtmem gerek. Gençlerin haleti ruhiyesinin diyalog yerine görsellikle anlatımı, özellikle clubbing sahnelerinde epey başarılıydı. Amerikalıların suçlu seviciliğine yöneltilen ufak eleştirisi de gözümden kaçmadı. Filmde en sevdiğim karakterse Marc oldu. Kabak çiçeği gibi açıldığı ve içinden yeni bir Marc çıkardığı vakitlerde dahi eski, tedirgin, ödlek Marc'ın gelip kendisini bulmasıydı belki buna sebep. Beni en rahatsız eden iki unsur ise Nicki'nin annesi ile Nicki'yi canlandıran Emma Watson oldu (bu konuda yalnız olduğumu düşünüyorum). Nicki hayatı sadece kendi çevresinde dönen bir karakter ama abartılmış konuşma tarzı ve hareketleri karakterini karikatürleşmeye yaklaştırmış. Uzun lafın kısası, the Bling Ring karakter analizine fazla girişmeyen, anlattığı gençleri birtakım ortak özelliklerde buluşan bir grup olarak ele alan ve günümüz Amerikan toplumunda tüm derdi gezmek, pahalı markaları giymek, ünlülere benzemek olan kesime eleştiri gönderen bir film. Sayın Coppola'ya bir sorum var. Hırsız suçlu kabul, ama ünlünün - ve parçası olduğu sektörün- hiç mi suçu yok? 

The Bling Ring 
ABD 2013
Sofia Coppola
Yıldız Karnesi: ***

20 Aralık 2013

Altın Küre Adayları (2014)


12 Ocak akşamı Beverly Hills California'da sahiplerini bulacak 71. Altın Küre Ödülleri'nin adayları bu hafta açıklandı. Eminim pek çoğunuz listeleri çeşitli haber portallarında ve bloglarda görmüşsünüzdür. Benim aday listesini buraya yazma amacım adaylıkları duyurmaktan ziyade (kaç kişi buradan duyup öğrenecek biraz gerçekçi olalım!) kendim için listelemek ve izledikçe kırmızıyla bir çizik atmak. Tören öncesi bu filmlerin kaçını izleme fırsatı yakalayacağım bilmiyorum ama umut fakirin ekmeği. Hem adayları deftere yazmaya kalksam uzun iş. Madem blog sahibiyim bir işe yarasın diye düşünüp sinema adaylıklarını (televizyon adaylıklarını başka bir liste malzemesi yapmayı planlıyorum) huzurlarınızda buraya kopyalıyorum. 

10 Aralık 2013

Kameralı Katil - Thomas Glavinic


İstiklal Caddesi'ndeki Yapi Kredi Yayınları'nı gezerken gözüme çarpmıştı bu kitap. Arka kapaktaki ''bir medya eleştirisi aynı zamanda'' ibaresi kitabı satın almama sebep olmuştu. Avusturyalı yazar Thomas Glavinic'in Türkçe'ye çevrilen tek kitabı Kameralı Katil, Avusturya'da vahşice işlenen iki çocuk cinayetinin medya tarafından aktarılışını ve olayın toplumsal yansımalarını irdeliyor. İlk ağızdan anlatılan hikaye bir-iki günlük bir zaman diliminde gerçekleşiyor. İsmini bilmediğimiz anlatıcımız, bize karısıyla Paskalya tatili için Batı Stirya'ya doğru çıktıkları kısa seyahati ve tatili birlikte geçirecekleri arkadaşlarının evine varmalarını anlatarak giriyor söze. Akşam televizyon'da Batı Stirya'da işlenen cinayetlerin haberlerini izliyorlar. İnsanın kanını donduracak cinste cinayetler bunlar. Bir adam rastgele bulduğu üç kardeşe psikolojik işkence yapıyor ve kendilerini öldürmeye zorluyor. Bir yandan da bütün görüntüleri videoya kaydediyor. Bu gelişmeden sonra kitap medyanın ve toplumun tepkisini irdeleyen bir hale dönüşüyor. Yani Kameralı Katil bir ''katil kim?'' romanı değil. Katilin kim olduğundan ziyade böyle bir vahşet karşısında insanların takındıkları tutum ile televizyon kanalları ve gazetecilerin olayı aktarırken aldıkları tavırlara odaklanıyor. Anlatıcı, kendi karısı ile evinde misafir olarak bulunduğu arkadaşlarının tepkilerini irdeleyerek başlıyor işe. Kendi duygularından hiç bahsetmeyen anlatıcı aslında biz okurlar için tam manasıyla kamera görevi görüyor. Olayları aktarış biçimi sayesinde evde yaşanan her detayı biliyor, bütün sahneleri gözümüzün önünde canlandırabiliyoruz. Onlar nasıl ölüme giden çocukların her anını izleyebiliyorlar, biz de bu üç kişinin bütün tepkilerini okuyabiliyoruz. Televizyon ekranına bakar gibi bakıyoruz olan bitene. Bana başlangıçta epey mekanik gelen anlatım biçimi bize bu imkanı sağlıyor. İnsanların vahşet karşısındaki tutumları nedir? Korku mudur? Acizlik midir? Kaçma isteği midir? Acıma mıdır? Bu tarz soruları soran kitap, katilden ziyade ''uygar'' bir varlık olarak algılanan insanın içinden çıkan barbarlığa tanık olduğumuzda verdiğimiz toplumsal tepkilerin peşine düşüyor. 

Thomas Glavinic
Kameralı Katil (Der Kameramörder)
Yapı Kredi Yayınları 2007
Yıldız Karnesi: ***

9 Aralık 2013

Avrupa Film Ödülleri 2013


İlk defa 1988 senesinde, dönemin Berlin kültür senatörünün ön ayak olmasıyla düzenlenen Avrupa Film Ödülleri, Avrupa sinemasının desteklenmesi ve gelişmesini sağlamayı hedefleyen Avrupa Film Akademisi'nin kurulmasına giden yolu hazırlamış. Akademi başkanlığına ilk seçilen isimse Ingmar Bergman olmuş. Zamanla bir gelenek haline gelen Avrupa Film Ödülleri sahnesinden pek çok ünlü yönetmen ve oyuncu geçmiş. Bu sene Araf ile Yeşim Ustaoğlu'nun da yarıştığı 26. Avrupa Film Ödülleri'nde kazanan isimler 7 Aralık Cumartesi gecesi açıklandı.    

4 Aralık 2013

Side Effects (2013)

Amerikan televizyonunda birkaç reklam kuşağı izleyen herkes mutlaka denk gelmiştir ilaç reklamlarına. Antidepresanların, cinsel gücü artıran ilaçların, yaşlanmanın etkilerini hafifleten ilaçların ve daha nicelerinin reklamları döner tüm gün. Önce semptomlar sayılır, sonra ilacın adı ve sağladığı faydalardan bahsedilir. Reklam tam bitecekken de muhtemel yan etkileri sıralanır. İlaçlar da diğer ürünler gibi televizyon aracılığıyla kolayca müşterisine pazarlanır. Birleşik Devletler epey büyük bir pazar ve bu durumun ilaç firmalarının iştahını kabarttığı ortada. Side Effects, tam da bu büyük pazardan pay kapmak için çırpınan ilaç firmalarına, doktor ve firmalar arasındaki ortaklığa (misal çıkılan pahalı yemekler, gidilen bedava tatiller ve pek tabi banka hesabına yatırılan onlarca paraya), bedava ilaç almak için yan tesirleri tam bilinmeyen bir ilacı denemeyi kabul eden hastalara, kısacası kurulu bu düzene çomak sokacakmış gibi başlıyor. Depresyon belirtileri gösteren Emily (Rooney Mara) doktorunun (Jude Law) önerisiyle piyasaya yeni sunulmuş, televizyonda sürekli reklamları dönen bir ilaç kullanmaya başlıyor. Lakin bu ilacın öngörülemeyen yan etkileri Emily'nin hayatını geri dönülemez şekilde değiştiriyor. Filmin ilk yarısı izleyiciyi hedeflendiği gibi koltuğunun kenarında oturturken ve tempo da oldukça yerindeyken, filmin ortasından itibaren -hikayenin seyrinin değişmesiyle- baştaki sürükleyici etki kayboluyor. ''Bütün bu olaylar nasıl çözüme kavuşacak?'' sorusuyla seyirciyi avucunun içinde tutmaya çalışsa da bu işi ilk yarıya kıyasla daha az başarıyla yapıyor. Yönetmenliğini Steven Soderbergh'ün üstlendiği filmin kadrosunda Mara ve Law dışında Channing Tatum ve Catherine Zeta-Jones var. Jude Law ile Rooney Mara'yı çok beğendiğimi ama Catherine Zeta-Jones'un oyunculuğunu abartılı bulduğumu belirtmeden geçmeyeyim. Abartısız oynasa izleyici üzerinde çok daha güçlü bir etki bırakabileceği bir rolde oysa ki. Side Effects dört dörtlük bir film olmamakla birlikte psikolojik gerilim türünü sevenler için izlenesi bir yapım.

Side Effects
Steven Soderbergh
ABD 2013
Yıldız Karnesi: ***1/2

3 Aralık 2013

Mavi Vurgun - Clive Cussler

Yeni katıldığım ve Mart başında sona erecek olan okuma şenliğinden iki önceki yazımda bahsetmiştim. Etkinlik için belirlenmiş 15 farklı kategoride birer kitap okumam gerekli. İlk kitabı geçtiğimiz haftasonu bitirdim. Altın Kitaplar tarafından 1994 senesinde yayımlanmış Clive Cussler'ın yazdığı Mavi Vurgun'u okudum. Mavi Vurgun, yazarın Dirk Pitt serisinin ikinci kitabı. Benim gibi serinin ilk kitabını okumadan başlamanızda hiçbir sakınca yok zira ikinci romanın konusu ve hikaye örgüsü ilk romandan tamamen bağımsız, onun devamı niteliğinde değil. Romanın başkahramanı Dirk Pitt bir Amerikan subayı (Türkçe çeviride binbaşı diye geçmiş ama sanırım orijinal metinde daha alengirli bir titri var). Uzun boylu, koyu renk saçlı, yeşil gözlü bu genç adam tam bir maceraperest. Aynı zamanda çok zeki. Üstelik hisleri de epey kuvvetli. Tehlikeyi 1 km. mesafeden sezebiliyor. Kadınların ağızlarının suyunu akıtan Dirk Pitt, Akdeniz'de Thasos adası açıklarında demirlemiş bir Amerikan araştırma gemisinde yaşanan bazı tuhaf kazaları incelemek için bölgeye gönderiliyor. Adadaki Amerikan üssüne vardığı gece deniz kenarında tanıştığı bir kadınla birlikte oluyor (o kadar baştan çıkarıcı bir adam ki kadının hiçbir şansı yok!). Kadın, adanın gedikli Almanı von Till'in yeğeni çıkıyor ve Pitt amca ve yeğenle yemek yeme zevkine erişiyor. Dirk Pitt -çünkü o meseleleri bir fener gibi aydınlatacak zekaya sahip- çok geçmeden araştırma teknesinde yaşanan olaylar ile ''kötü adamlar'' arasındaki bağı kuruyor ve o maceradan çıkıp bu maceraya atlıyor.  İkinci Dünya Savaşı ile bir miktar haşır neşir kitabın tutarlı bir hikaye örgüsü üzerinde şekillendiğini belirtmeliyim. Hikayeye aşırı bayılmadım ama sebebi kaypak bir öykü olması değil, bazı şeyler ortaya çıktıktan sonra romanın kalan gizemi kullanarak sürükleyiciliği yeteri kadar sağlayamamasıydı. Macera romanı okumayı sevenler benimle aynı fikirde olmayacaklardır eminim çünkü Pitt'in başından geçen olaylar ve içine düştüğü durumlar maceraseverleri tatmin edecek nitelikte. Dirk Pitt karakteri çok arzulanan, çok zeki, çok yakışıklı bir adam ve yaşadığı zor durumları kaba kuvvetle değil çoğunlukla akıl yoluyla altediyor. Beni en rahatsız eden şey kitaptaki cinsiyetçi dildi. Öyle satır arasına saklanmış filan da değil üstelik, çötenk diye gözünüzün önünde, Teri ile Dirk'ün diyaloglarında, ilişkisinde mevcut. (Başkahramanı aracılığıyla) kadınları aşağılamaktan hoşlanan, onları kıskanç, akılsız, sadece duygularıyla hareket eden bireyler olarak gören romanda, Teri hakkında en sonda açıklanan bilgiler de epey şaşırtıcıydı doğrusu. Uzun lafın kısası Mavi Vurgun, macera tutkunları için okunası ama gizem tutkunları için ortalama bir roman. Kadın karakterlerin romanlardaki temsilleri konusunda hassas bir okursanız hele mutlaka uzak durun.

Mavi Vurgun (the Mediterranean Caper)
Clive Cussler
Altın Kitaplar 1994
Yıldız Karnesi: **1/2