20 Ağustos 2010

Günlük Okuyacak Yaşı Geçtim Mi?

11 saatlik uçak yolculuğu için kendime seçtiğim çıtır çerez kitaptı Pucca'nın Günlüğü. Kafamı yormayacak, eğlendirecek, sayfaları hoop hoop çevireceğim, sayesinde saatleri hoop hoop devireceğim kitaptı. Aslında kitabı satın almak gibi bir niyetim hiç olmadı ama "dizüstü edebiyatı" diye isim konulan "edebiyat" türünün ilk örneğini de merak ediyordum.

Kitabın ilk 10 sayfasından sonra "Ya kaç sayfa acaba bu kitap diye" sayfa sayısını kontrol etmeye başladım. 3oo küsür sayfa olduğunu görünce de eyvahladım zira sonrası da ilk 10 sayfa gibiyse okumak için bir miktar kendimi zorlamam gerekecek demekti bu durum.

Günlük okumanın bir yaşı var mı yok mu, ben o yaşı çoktan geçtim mi bilmiyorum. Küçükken (çiçeği burnunda ergenken demek daha doğru) İpek Ongun'un yazdığı "Bir Genç Kızın Gizli Defteri"ni defalarca okumuştum. Kitap kurdu Serra, Cüneyt'i seven Serra, lens takmak için doktora giden Serra, anne-babası ayrı Serra, ilk defa yurtdışına çıkan Serra... Ne çok sevmiştim ben Serra'yı. Ne çok şey bulmuştum onda kendime dair. Sonra devam romanlarını da yazdı İpek Ongun. Sanırım ben o dönemde epey büyümüştüm ve kendime gençlik romanı almayı, okumayı yakıştıramamıştım. Devam romanlarını okumamış olmam bu yüzden.

Mesele benim ergen hikayeleri okumuş olmaktan sıkılmam mı tam emin değilim. Neticede Serra'yı bugün okumaya kalksam neredeyse 10 yıllık bir yaş farkı girecek aramıza. Onun dertleri belki de bana çok çocukça gelecek. Ama Pucca öyle değil onunla topu topu 3-4 yaş farkımız var. Peki anlattığı hikaye neden bu kadar sıkıcı geldi?

Sanırım baş sorun düzgün bir kurgu olmaması. Olayların "bir sevgilim vardı şöyleydi. Sonra başka bir sevgili buldum böyleydi. Şöyle sevdik ama böyle ayrıldık. Sonra bir sevgilim daha oldu, eskisinin arkadaşı, o da böyleydi" çerçevesinde ilerlemesi.

İnsanların ya da Pucca gibi kurgu karakterlerin gündelik hayatlarında başlarına ne geldiğini bloglardan okumak ilginç olabilir. Blog yazıları, kendi içinde bir bütünlük arz etse de genel anlamda bir kurgunun varlığını gerektirmiyor. İçinden geldiği gibi yazıyor, anlatıyor insanlar. Ama blog-vari yazılar sürükleyici bir kurgu temelinin üzerine oturtulmamış bir kitap halinde okunduğunda olmuyor.

Kitabın kurgusu yok ama kadın-erkek eşitsizliğine dair başarılı tespitleri var. Aldatma üzerine, evlilik öncesi cinsel ilişki üzerine. Evlenmeden önce kadınları "yatağa atmaya çalışan" ama iş evliliğe geldiğinde "bakire" kadın (onlar kadın demez, kız der tabi) arayan iki yüzlü memleket erkekleri üzerine. Yalnız şöyle bir sorunu var Pucca'nın. Eleştirdiği klişeleri, kadınlar için kullandığı tabirlerle kendi yeniden üretiyor. Birçok erkekle birlikte olmuş bir kadın için "üzerinden araba geçmiş" ifadesini yazarsanız, eleştirdiğiniz tabirleri siz yeniden kullanıma sokmuş olursunuz.

Pucca'nın dili değişik. Evet çok küfür var. Ama derdim bu değil. Bir yerde kendini tekrarlamaya başlayan, ilk okunduğunda komik gelen ama sonra kabak tadı veren küfürlü espriler de değil. Çok küfür edilen bir ülkenin edebiyatında, sinemasında küfür olmalı zaten.

Kitaptaki imla hataları bir yerden sonra tahammül sınırımı aştı. Maliyeti ucuz olsun diye editör yardımı almadı mı yayınevi diye merak etmedim değil. Yayınevinin "sıkıldığınız kitaplardan çok farklı" iddiasına da takıldım. Hangi sıkıcı kitaplardan bahsediyorsun? Nasıl farklı? Blog yazarı olması dolayısıyla mı farklı? Neden bu kadar iddalı bir slogan kullanma ihtiyacı hissediyorsun? Kitabın kendini sattırmayacağını mı düşünüyorsun?

Popüler kültür ve kapitalizmin beraber dönen çarkları yine nereden nasıl para kazanılacağını bulmuş görünüyor. Şöhreti kalıcı olur mu bilinmez ama birden parlayıp zaman içinde unutulmak içinde yaşadığımız yüzyılın başa çıkılamaz yazgısı. Tüketim denilen şey de böyle bir şey aslında. Oynadığımız oyuncağı hevesimiz geçtikten sonra elimizden bırakıp yenilerini tüketmeye koyuluyoruz. Çünkü bizden istenen bu. Sorgusuz sualsiz. Eleştirisiz. Tüketip, bitirip, yok edip bir yenisine geçmemiz. Bizim tükettiğimizi başkalarının keşfetmesi ve düzenin böyle sürüp gitmesi. Elimizdeki şey kalıcı olursa nasıl tüketmeye devam edebiliriz?

Kitabı epey sıkılarak okuduğumu hemşireme söylediğimde "Sen Samihazinses'in kitabını okuma en iyisi" dedi. Hazinses de -yazdıklarını hemşiremden dinlediğim kadarıyla- günlük-vari yazılar yazıyor. Serinin üçüncü kitabını yazan HBBA ise öyle bir blogger değil. Nasıl bir kitap yazacağını, içeriğinin ne olacağını açıkçası epey merak ediyorum.

Not: İnternette kısa bir araştırma yapınca gördüm ki İpek Ongun'un Serra'sı epey büyümüş. Evlenmiş hatta bebeği bile olmuş. Türkiye'den gelecek ilk tanıdığa siparişlerim olacak!