19 Aralık 2014

Filmekimi: Haftalar Sonra Gelen Ikinci Yazı

Filmekimi'nde izlediğim filmlere dair yorumlarıma kaldığım yerden devam ediyorum. Yine üç filmden bahsedeceğim. Zaten toplamda altı film seyretmiştim. Yani bu ikinci ve son kısım. Bu sefer Alice Rohrwacher'ın yönettiği Mucizeler, Dardenne kardeşlerin filmi İki Gün Bir Gece ve Ruben Östlund'un yazıp yönettiği Turist hakkında bir şeyler söylemek niyetindeyim. Yazdığım önceki Filmekimi yazısına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

13 Aralık 2014

Altın Küre 2015 Adayları


Hollywood Foreign Press Association (HFPA) tarafından verilen ödüllerin dağıtılacağı 72. Altın Küre (Golden Globe) ödül töreni 11 Ocak 2015 akşamı Kaliforniya'da düzenlenecek. Törenin sunuculuğunu üçüncü kez Tina Fey ve Amy Poehler ikilisi yapacak. Sinema dalındaki adaylıkları kopyaladığım listedeki filmleri izledikçe üzerini kırmızı ile işaretleyeceğim. Önümüzdeki sene ilk üç-dört ay içerisinde ödevi tamamlamayı umuyorum.

Edit: Kazananları altlarını çizmek suretiyle işaretledim.

6 Aralık 2014

Unutursam Fısılda: Her İnsan Kendi Mezarının Bekçisidir


Geçtiğimiz hafta bir gündüz seansında, sinemada film izlemeyi evde dizi izlemekle eş tutan bir grup insan (ve onların susamayan çeneleri) ile birlikte, Çağan Irmak'ın son filmi Unutursam Fısılda'yı seyrettim. Irmak'ın tüm işlerini izlememiş olsam da, Ulak izlediklerim arasında en sevdiğim filmiydi, değişmedi (diğer izlediklerim Babam ve Oğlum, Dedemin İnsanları ve Issız Adam). Bir dönem hikayesi anlatan Unutursam Fısılda, gençliğinde sahnelerde fırtına gibi esen pop müzik sanatçısı Ayperi'nin (Hümeyra), seneler sonra baba evine dönmesi ile başlıyor. Kendi evine haciz gelen Ayperi, tüm geçmişini tek bir valize sığdırıp, bir zamanlar ailesi ile yaşadığı, artık sadece ablası Hanife'nin (Işıl Yücesoy) oturduğu eski evine gidiyor. Onun gelişine öfkelenen Hanife'nin tepkisinden anlıyoruz ki Ayperi, sadece eski evine değil, hesabı görülmemiş geçmişine de dönüş yapıyor.

2 Aralık 2014

Begin Again (2013)


Müzisyen sevgilisi Dave (Adam Levine)'in albüm çalışmaları için New York'a gelen, kendisi de müzisyen olan Greta (Keira Knightley) için işler hiç umulmadık bir şekilde gelişir. İngiltere'de Dave ile birlikte geçirdiği günlerin yerini, Manhattan'daki geniş tavanlı gösterişli dairede geçireceği yalnız geceler alır. Her şeyi bırakıp evine dönmeye karar verdiği akşam, tüm planlarını etkileyecek müzik yapımcısı Dan (Mark Ruffalo) ile tanışır. Karısından ayrı yaşayan, kızıyla doğru dürüst bir ilişkisi bulunmayan Dan'in de kendi geleceği için Greta gibi birisine ihtiyacı vardır. Birbirlerindeki yaraların farkına varmadan başlayan ortalıkları, yeni bir başlangıç yapmalarına yardımcı olacak mıdır? 

28 Kasım 2014

Filmekimi 2014: Haftalar Sonra Gelen Bir Yazı

Filmekimi'nde izlediğim filmleri, ''geç olsun ama güç olmasın'' hissiyatı ile iki post altına toplamak istedim. Yazmayınca, filmlerin içeriğini unutuyorum sevgili okur. Hem belki bu yapımları henüz izlememiş olanların bir fikir oluşturmalarına yardımım dokunur belli mi olur? Bu yazıda, tümü 2014 yapımı olan, ve izlediğim filmler arasında en beğendiğim üç filmi ele alıyorum.



Leviathan: Andrey Zvyagintsev'in Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarışan, festivalden En İyi Senaryo ödülü ile dönen filmi Levithan, Filmekimi'nde en beğendim filmlerden biri oldu. Günümüz Rusya'sında geçen film, kendi halinde yaşayan, sıradan bir adamın devletle giriştiği mücadeleyi konu ediniyor. Eski Ahit'te geçen ve deniz canavarı anlamına gelen Leviathan, otoritenin insanlara karşı nasıl da ''canavarlaşabileceğinin'' bir anlatısı aslında. Denize kıyısı olan çorak ve soğuk bir coğrafyada, oğlu ve karısı ile sade bir hayat süren araba tamircisi Kolya'nın önemli bir derdi vardır. Belediye başkanı, evinin bulunduğu araziyi istimlak etmek üzeredir. Avukatı ve aynı zamanda yakın arkadaşı olan Vladamir'in Moskova'dan yardıma gelişi, belediye ile olan mücadeleyi etkileyeceği gibi, Kolya'nın pamuk ipliğine bağlı ailevi ilişkilerini de kökünden değiştirecek fitili ateşler. Alevlerin arasında kalan Kolya'nın yaşadıkları şu gerçeği fısıldar bize: Hakikat diye bir şey yoktur, çünkü güç hakikati inşa eder. Filmin en akılda kalıcı performanslarından birini, denetimsiz otoritenin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkan belediye başkanı Vadim rolündeki Roman Madyanov sergiliyor. Leviathan, adaletsizliğin ve fakirliğin kol gezdiği bir ortamda, vodka kadehlerinin eşlik ettiği yalnız ve çaresiz insanların karamsar ve dokunaklı bir anlatısı.

Leviathan
Andrey Zvyagintsev 2014
Yıldız Karnesi: ****


Mommy: Xavier Dolan ile tanışmama vesile olan Mommy, bir anne-oğul dramı. Diane, düşük gelirli işlerde çalışıp zar zor geçinen, genç ve güzel bir kadındır. Hiperaktif ve duygusal gel-gitlerle dolu oğlunu, rehabilitasyon merkezinden çıkarıp yanına almak zorunda kalınca dünyası epey sarsılıyor. Kocasının ölümü ile omuzlarına binen ebeveynlik yükü, tek başına altından kalkılacak gibi değil, zira oğlu Steve idare etmesi kolay bir evlat değil. Birbirini doğru dürüst tanımayan anne-oğulun sancılı dünyasına yuvarlanmış buluyoruz kendimizi. Karşı komşuları esrarengiz Kyla'nın, ürkek adımlarla bu dünyaya dahil olmasıyla, tüm duygu katmanlarında yol alacağımız sıkı bir yolculuğa çıkıyoruz. Dolan'ın film müzikleri ve ekran tercihleri ile aktarmayı başardığı karakter psikolojisi, filmin sunduğu ekstra güzellikleri oluşturuyor. Başrol oyuncularının müthiş uyumu ile iyice güçlünen ve Cannes'dan Jüri Ödülü ile dönen filmi izleyip, Dolan'ın hikaye anlatıcılığına hayran kalmamak pek mümkün değil.      

Mommy
Xavier Dolan 2014
Yıldız Karnesi: ****


İnsanları Seyreden Güvercin: Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan'ı alan bu filmi düşününce aklıma gelen ilk şey şu: ''Enteresan bir filmdi.'' Alışık olduğum hikaye anlatımlarından fersah fersah uzak bir yapım. Yüzleri boyalı, ifadesiz, mimiksiz insanlar diyarında, filmden ziyade bir tiyatro sahnesini andıran dekorun önünde geçen film, birbirine eklenmiş skeçlerden oluşuyor. Film, yaşama dair bir kaçınılmazla, yani ölümle açılıyor. İnsanın nerede olursa olsun değişmeyen gerçeği, ölürken yalnız oluşu. Üstelik bu kader sadece ölüm anıyla sınırlı değil. Ağır bir yalnızlık duygusunun sindiği film, her koşulda değişmeyen bir gerçeği haykırıyor: ''insan dediğin yalnızdır, en büyük kalabalıklar içinde bile!'' Sembolizmden fazlasıyla nasiplenen filmin tüm göndermelerini anladığımı söylemem mümkün değil. Hatta büyük olasılıkla çoğunu anlamadım. Hele İsveç tarihine referans verildiğini düşündüğüm sahnelerin neyi temsil ettiğini epey merak ettim. Anlayıştan ziyade hissedişle izlediğim filmi çok sevdiğimi belirtmeden geçmeyeyim. Düşününce kulağa saçma gelebilir: insan anlamadığı bir şeyi sevebilir mi? Ama oluyor işte. İnsanları Seyreden Güvercin, benim için nefis bir seyirlikti. Karşısına geçip uzun uzun baktığım, çizgilerin ne anlam ifade ettiğini tam anlayamasam da renklerin uyumundan, çizgilerin kıvrımından bir şeyler hissederek beğendim soyut bir tablo gibi.

A Piegon Sat on a Branch Reflecting on Existence
Roy Andersson 2014
Yıldız Karnesi: ****

27 Kasım 2014

Sadece Sen (2014)

Beni bu yerli sinema merakım bitirecek sevgili okur. Vasat olduğunu bile bile, yine de merakıma yenilerek, ne çok yapım izledim ben bu sene. Bu tarz filmlerin tek bir ortak noktası oluyor genelde. Ağlak senaryolarıyla izleyiciyi dramın kollarına bırakıp, dökülen gözyaşları ile doğru ortantılı olacağı düşünülen hazza oynamak. Sadece Sen de türünün bir örneği olarak tarihteki yerini almış bulunuyor. Yönetmenliğini Hakan Yonat'ın üstelendiği filmin konusu kısaca şöyle: Gündüzleri evlere su servisi yapan, geceleri ise bir otoparkta bekçi olarak çalışan Ali (İbrahim Çelikkol), otoparkta işe başladığı ilk gün Hazal (Belçim Bilgin) ile tanışır. Hayata küsmüş gibi davranmayı ifadesiz bir yüzle sürekli sağa sola bakmak zanneden Ali, Hazal'ın kör olduğunu anlamakta gecikmez (ifadesiz ama zeki!). Otoparkta Ali'den önce çalışan yaşlı bekçi ile dizi izleme alışkanlığı edinmiş Hazal (bu pratik nasıl oluşmuş hiç anlamadım), dizileri bu sefer Ali ile beraber izlemeye başlar. Eski boksör olduğunu ama bir şekilde bu sporu bıraktığını öğrendiğimiz donuk Ali ile sevgi pıtırcığı, her daim mutlu Polyanna Hazal'ın sevdası da böyle başlar. Aslında Ali ve Hazal'ı enteresan bir hikaye ile avucunun içine alan senaryo, ne yazık ki malzemesini iyi kullanamıyor. Kağıt kadar düz çizilen karakterleri sebebiyle ulaşacağını düşündüğünüz Ali-Hazal muhasebesine de bir türlü varamıyor. İstanbul'da yaşayan kör bir kadın olarak tıkır tıkır evinden işine giden, kaldırımlarda seken, toplu taşımayı rahatça kullanan Hazal karakteriyle verilen ütopik(!) hava da filme tuz biber ekiyor. Adaptasyon olduğunu filmin sonunda öğrendiğimiz senaryo, yerel kültürün gerçekleri ile örtüşseymiş; Ali-Hazal ilişkisi üzerine de biraz daha kafa yorulsaymış, daha nitelikli bir yapım ortaya çıkabilirmiş.  

Sadece Sen
Hakan Yonat 2014
Yıldız Karnesi: **  

24 Kasım 2014

Something Real - Heather Demetrios


''There is nothing real about reality TV'' - Something Real

Şu sıralar izlediğim tek reality şov programı The Amazing Race olsa da, 2000lerin başında kopan Biri Bizi Gözetliyor (BBG) furyasına zamanında kendini epey kaptırmış izleyicilerden birisiydim. Reality şov anlayışı ile (yanlış hatırlamıyorsam) ilk tanışmamız olan BBGli günlerimizi hatırlıyor musunuz? Dışarıyla bağlantısı olmayan bir evin içinde yaşayan ve birbirini önceden tanımayan onbeş kişiyi sorgusuz sualsiz hayatımıza davet etmiş, en basit şeylerden ettikleri kavgaları, yarıştıkları oyunları seyretmiştik. Hatta aramızda seyirci olmakla yetinmeyip taraf tutan, eleme gecesi oy gönderen, ellerinde pankartlarla stüdyoya destek vermeye giden, kısacası yarışmacıların taraftarı olanlar vardı. Melihciler, Hülyacılar, Eraycılar. Bugün tanımadığımız insanların hayatlarını Blogger'dan ya da Instagram'dan nasıl takip ediyorsak, o dönem aynısını televizyon ekranlarından BBGciler için yapıyorduk. Arsız bir gözetleme ve usanmayan takip etme istediği ile. Neden kapılmıştık bu furyaya? BBG bize diğer programlarda olmayan ne sunuyordu?

17 Kasım 2014

Chef (2014)


Friends müdavimleri Jon Favreau'yu hatırlayacaktır. 3. sezonda Monica'yı tavlamak için epey uğraş veren, amacına ulaştıktan bir süre sonra Ultimate Fighting Champion'da dövüşme sevdası yüzünden onu kaybeden multimilyoner Pete Becker idi kendisi. O zamandan beri içinde bulunduğu işlere pek ilgi göstermemiş olmalıyım ki onca aradan sonra Chef filminde çıktı karşıma. Yazıp yönettiği ve bir de başrolü üstlendiği film, orta yaşa gelmiş bir şefin yeniden kendini keşfetmesini ve oğluyla olan kopuk ilişkisini tamir etme çabasını anlatıyor. Miami'de yenilikçi ve cesur bir şef olarak ünlenen ve California'ya transfer olan Carl Casper (Favreau), zaman içinde yenilikçi tarafını rafa kaldırıp risk almaktan kaçınan patronu Riva'nın (Dustin Hoffman) denetiminde sürekli aynı menüleri çıkaran bir şefe dönmüş. Yaratıcılığını destekleyecek ortamı bir türlü bulamasa da aynı yerde çalışmaya devam eden Carl, ailevi ilişkilerinde de başarılı değil. Eski karısıyla yaşayan oğlu Percy, Carl'ın öncelikler listesine bir türlü giremiyor. Bu yüzden birlikte geçirdikleri onca zamana rağmen değişmeyen bir şey var: bir türlü yakınlaşamıyorlar. Ünlü bir yemek eleştirmeninin restoran ziyareti sonrası kaleme aldığı yazı alışagelmiş düzenlerine çomak sokuyor.

Filmin izleyiciye gerçeklik duygusu aşılamada bazı sorunları olduğunu düşünüyorum. Zira Carl'ın hayatının alt üst olduğuna bir türlü inanası gelmiyor insanın. Bunda en büyük pay, senaryonun ne yöne doğru gideceğini -önceki benzer formüllerden ezberlediğimiz için belki de- tahmin etmemiz sanırım. Üstelik filmin diğer belkemiğini oluşturan baba-oğul çatışması epey üstünkörü işlenmiş. Gerçi bu durum, filmin tamamını düşününce şaşırtıcı gelmiyor. Neticede müzikleri ve esprileri ile eğlendirmekten başka bir amaç gütmeyen bir yapımla karşı karşıyayız. İşin ilginç yanı beklentilerinizi fazla yükseltmezseniz filmi eğlenceli bulmanız, hatta arada sırada kendinizi gülümserken yakalamanız gayet mümkün. Filmi izlenesi kılan bir diğer özellikse tanık olduğunuz enfes yemek görüntüleri. Favreau bu sahnelerde gerçek bir şefe dönüşüyor. Aldığı özel dersler (filmin sonunda akan yazıların bitmesini beklerseniz hocasıyla tanışıyorsunuz) epey işe yaramış zira gerek bıçağı tutuşu ve sebzeleri doğrayışı gerekse eti kesişi ile yarattığı kırk yıllık şef imajı muazzamdı. Yemek sahnelerinin hemen hemen hepsinde iç geçirmeniz kuvvetle muhtemel olduğundan filmi asla ama asla boş mide ile izlemeyin!

Chef
2014 ABD
Yönetmen: Jon Favreau
Yıldız Karnesi: ***

10 Kasım 2014

What If (2013)

Başrollerini Daniel Radcliffe ile Zoe Kazan'ın paylaştığı İrlanda-Kanada ortak yapımı What If (Türkiye'de vizyona giren ismiyle Ya Aşksa?) senenin kalburüstü romantik komedilerinden biri. Önceki ilişkisinden kalbi kırık ayrılan ve sosyal yaşama sırtını dönen Wallace (Radcliffe), en yakın arkadaşı Allan'ın (Adam Driver) verdiği parti nedeniyle insan içine karışmak zorunda kalır. Görev icabı geldiği evde buzdolabı magnetleriyle oynayıp patetik aşk mesajları yazarken Allan'ın kuzeni Chantry (Kazan) ile tanışır. Kendisi gibi partiden sıkılmış görünen Chantry ile karşılıklı esprilerle başladıkları sohbet, Wallace'ı saklandığı kabuğundan çıkarır. Partinin sonuna doğru Chantry'e iyice ısınmış olan Wallace tahmin etmediği bir engele takılır: Chantry'nin birlikte yaşadığı bir sevgilisi vardır. Birbirinden etkilenen bir kadın ve erkek işe aşkı karıştırmadan arkadaş olabilir mi? Oluruz dedikleri vakit en çok kimi kandırmış olurlar; birbirlerini mi, üçüncü kişileri mi, yoksa sadece kendilerini mi? Arkadaş mı sevgili mi ikileminin beyazperdede işlenmemiş yeni bir hikaye olduğunu söylemek zor. Yine de filmin aşk üçgeni klişesine girmeyen, iyi kötü karşıtlığı oluşturmadan ilerleyen bir hikayesi var. Aşk, insanın kendini hiç düşünmediği (selfless) bir duygu hali mi yoksa tam aksine bencilin (selfish) teki olduğu bir durum mu sorusuna belki de (kendi klasmanında) en dürüst yanıtı veriyor. Tabii bu sözümden filmin derin varoluşsal meselelere değindiği anlamı çıkmasın. Eleştirel bir bakış ya da durumun siyah-beyazdan ziyade komplike yapısına dair bir vurgu da mevcut değil. Chantry'nin yaşadığı gelgitlerin yeterince iyi aktarılmaması filmin temel sorunlarından biri. Wallace'ın her duygusundan haberdarken Chantry'nin neler hissettiğini anlamak için serpiştirilmiş bazı ipuçlarını takip etmek zorunda kalıyoruz. Bu eksiğe rağmen başrol oyuncularının uyumu ile güçlenen anlatım, izleyeni sıkmadan filmin sonuna kadar taşıyor. İkili hatrına filmin ''klişeler, ben geliyorum!'' havasındaki son kısmını da hoşgörü ile karşılıyorsunuz. Daniel Radcliffe'in Harry Potter'dan çok daha fazlası olduğuna A Young Doctor's Notebook'un ilk sezonundaki performansıyla ikna olmuştum. Filmde de Wallace'ın duygularını ve karamsarlığını izleyiciye aktarmada çok başarılıydı. Zoe Kazan ise Ruby Sparks'da olduğu gibi romantik komedilerin yeni Meg Ryan'ı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Adam Driver'a bir türlü ısınamamış olsam da Chantry'nin kızkardeşi Dalia rolündeki Megan Park ile Adam'ın sevgilisi Nicole rolündeki Mackenzie Davis'i çok beğendim. What If dört dörtlük bir romantik komedi olmasa da hikayesi, karakterleri ve de müzikleri ile kurduğu dünyanın seyirciyi yakalayan bir tarafı var.


What If
2013 İrlanda - Kanada
Yıldız Karnesi: ***

27 Mart 2014

Thumbs Down: İki Film

Endless Love (2014)

Şubat ayında gösterime giren Endless Love (Sonsuz Aşk) liseden yeni mezun iki gencin aşk hikayesini konu edinen romantik bir dram. Epey bilindik, hatta klişeleşmiş bir hikayesi var. Zengin aile kızı Jade (Gabriella Wide) ile tamirci babanın oğlu fakir ama gururlu David'in (Alex Pettyfer) hikayesi liseden mezun oldukları gün başlıyor. Ağbisinin ölümünden sonra ailesi içine kapanan Jade, lise hayatını babasının denetiminde ders çalışarak geçirdiğinden tek bir arkadaş bile edinememiş. Okuldaki silik varlığının David hariç kimse farkında değil. Ölen ağbisinden devraldığı, babasının elinden çıkma kariyer planında sosyalleşmeye hiç vakti yok Jade'in. Ama hayat planları altüst eden bir şekilde ilerliyor ve ikilimiz aşk yaşamaya başlıyor. Bundan sonrası ezbere bildiğimiz, kızının geleceğini düşünen aşırı korumacı baba ile fakir, genç, tecrübesiz ama herkesin içini titrecek sevgisi ile babaya rakip oluşturan David'in çatışmasında yaşanıyor. İzleyeni heyecanlandıracak bir tarafı bulunmayan bu tanıdık metin üzerinden ilerleyen film, ilgimizi ayakta tutacak herhangi bir yenilik de sunmuyor. Yan hikayeler (babanın kontrol manyaklığı, annenin evliliğinde yaşadığı sorunlar, Jade'in küçük ağbisinin varolma mücadelesi, vs.) oldukça güçsüz ve sadece yan hikaye olmak için oraya eklenmiş gibiler. Jade ile David arasındaki uyum fena değil, ama basmakalıp karakterlerin içinde harikalar yaratmaları da zaten mümkün değil. Temel hikaye Dirty Dancing'i hatırlatsa da film bahsettiğim sebeplerden dolayı lime lime dağılıp elinizde kalıyor.  

Yıldız Karnesi: **

Barefoot (2014)
Türkiye'de henüz gösterime girmemiş olan Barefoot bu senenin bir diğer romantik yapımı. Başrollerde Felicity'nin Ben'i (Scott Speedman) ile en son Mildred Pierce'da izlediğim Evan Rachel Wood var. Zengin ailesi ile arası bozuk, mafyöz tiplere kumar borcu yapmış, zamanında hapse girmiş ve şartlı tahliye edilmiş, şimdi bir akıl hastanesinde yerleri silip para kazanan Jay (Scott Speedman) ile hastaneye yatırılan Daisy (Evan Rachel Wood) arasında filizlenen aşkın konu edildiği Barefoot -kısmen de olsa- bir yol filmi. Jay ailesi ile arasını düzeltmek için erkek kardeşinin düğününe gitmek üstelik yanında bir de kız arkadaş götürmek mecburiyetinde kalınca çareyi Daisy'i yanına almakta buluyor. Hayattan izole şekilde, sadece televizyon izleyerek büyüyen Daisy'nin dışarıdaki hayatla karşılaşmasını ve adaptasyon sorununu komediye çevirelim mantığıyla hareket eden film bu noktadan sonra tam bir ''Kezban Paris'te''ye dönüşüyor. Sanki bu izole yaşam bir ''köyden indim şehre'' vakasıymış, hiçbir psikolojik ve duygusal dışavurumu yokmuş gibi ''olan biteni anlamıyorum ama çok sevimliyim, çok naifim ve çok masumum'' üzerinden ilerlemeye çalışıyor. Tek gecelik ilişkilerin adamı olan Jay için ''dış dünyanın kirletemediği kadın'' halini alan Daisy, ''yaramaz erkeği etkileyen masumiyet'' alt metniyle üstümüze üstümüze geliyor. Filmin dramdan ziyade komediye evrilen bir senaryosu var. Hikayenin çıkış noktasıyla farklı olmaya çabalayan film, enkaza dönmekten kendini kurtaramıyor.

Yıldız Karnesi: **

24 Mart 2014

August: Osage County (2013)

2008 yılında Pulitzer ödülü kazanmış aynı isimli tiyatro oyunundan senaryolaştırılan August: Osage County, trajik bir olay sonucu Oklahoma'daki anne evinde bir araya gelen aile fertlerinin geçmişle ve birbirleriyle hesaplaşması üzerine kurulu bir aile draması. Violet (Merly Streep) ile orta yaşa gelmiş üç kızının birbirleriyle olan sorunlu ilişkilerinin masaya yatırıldığı film, hayallerini gerçekleştirmenin, kendi ayakları üzerinde durabilmenin kısacası bireyselliğin fazlasıyla önemsendiği Amerikan toplumunda aile kavramını irdeliyor. Her biri farklı anlamlarda yalnız olan kalabalık bir aile var filmde. İlaç bağımlısı Violet, ailesinden uzakta yaşamayı seçmiş büyük kızı Barbara (Julia Roberts), kendinden başka kimseyi düşünmeyen ortanca kızı Karen, ve gitmeyi değil kalmayı seçmiş küçük kızı Ivy ailenin asıl üyeleri. Bir de bu aileye evlilik yolu ya da kan bağıyla eklemlenmiş aile fertleri var. Violet'in kız kardeşi Mattie Fae, kocası Charles ve oğulları küçük Charles; Karen'in yavuklusu Steve ve Barbara'nın kocası Bill ile kızları Jean bu geniş aile kadrosunu tamamlıyor. Kirli çamaşırların ortaya döküldüğü, hasıraltı edilen sırların açığa çıktığı bu aile toplaşması, yaşanan ufak çatışmalar üzerinden bireyleri dürüst olmaya davet eden bir ortam hazırlıyor. Tabii dürüstlük kimilerinin ağzında acımasızlığa, kin duygusuna ve intikam almaya dönüşüyor. Bu uğurda kalpler kırılıyor, onarılması zor yaralar açılıyor. Senaryo, tren vagonları misali birbirine eklemlenmiş pek çok çatışma üzerinden ilerliyor. Hemen hemen bütün çatışmaların merkezindeyse Barbara var. Kaçmakla suçlanan ama iş Violet ile çarpışmaya geldi mi diğerleri çil yavrusu gibi dağılırken dimdik ayakta duran kişi Barbara. Annesi ile yaşadıklarından devraldığı enkazı kendi kızına yaşatmaktan korkan ve her başı sıkışanın sırrını pasladığı dert küpü de Barbara. Filmin en sevdiğim sahnesi yemek masasında toplanan aile fertlerinin, ilaçlarla kafayı bulmuş Violet'in estirdiği sert rüzgarlar eşliğinde hayatlarının belki de en zorlu yemeğini yemeğe çalışmasıydı. Filmin kadrosuna da değinmeden geçmeyeyim çünkü güzel bir topluluk kendileri. Streep ile Roberts'ı zaten yazmıştım. Bunların dışında ekipte Ewan McGregor, Dermot Mulroney, Benedict Cumberbatch, Margo Martindale, Chris Cooper, Juliette Lewis ve Julianne Nicholson var. Bu yardımcı kadro arasında bütün ekipten rol çalan ve bir adım öne çıkan isim Benedict Cumberbatch'den başkası değil. Sherlock hayranı olduğum için söylemiyorum bunu. Anasının kakıp durduğu, sakar, kendine güveni olmayan (yani Sherlock'un birebir zıttı) Charles rolünde eni topu üç düzgün sahnesi olmasına rağmen çok başarılıydı. Hatta 12 Years A Slave'deki unutulmaya mahkum, silik performansının yanında parıl parıl parlıyordu. Merly Streep'in performanı da hayranlıkla izledim lakin filmde benim gönlümü asıl çalan kişi Julia Roberts oldu. Ödül sezonu favorim de kendisiydi ama kısmet değilmiş. Sıkıntıdan patlayacağımı düşünerek izlemeye koyulduğum ve beklentimi tersine çıkaran August: Osage County karakterleri üzerine yoğunlaşan, düşük tempolu bir aile draması. Türün sevenleri kaçırmasın derim.

August: Osage County
2013 ABD
Yönetmen: John Wells
Yıldız Karnesi: ***1/2

16 Mart 2014

Bahar Okuma Şenliği

Kış Okuma Şenliği için hazırladığım listeyi okumayı bitiremediğimden Bahar Okuma Şenliği'ne katılmayı düşünmüyordum. Ama şenliğin sahibesi Pınar'ın hazırladığı kategorileri görünce önümüzdeki dönemde okumayı düşündüğüm pek çok kitabı olası bir listeye dahil edebileceğimi fark ettim ve hemen kolları sıvadım. Şimdi bir öncekinden daha güzel bir liste var elimde. Hem son dönemde çıkmış bazı kitapları hem de gözümün nuru polisiyeleri eklediğim için pek mesudum. Üstelik yine Türkçe ve İngilizce kitapların bulunduğu iki dilli bir liste oldu. Bir tek şiir kategorisine karar veremedim. Onun dışında her şey tastamam. Bahar Okuma Şenliği 15 Mart-15 Haziran 2014 tarihleri arasında gerçekleşecek. Ayrıntıları ve kuralları okumak için buyrun. Hatta kuralları okumakla kalmayın, katılın!    

6 Mart 2014

The Spectacular Now (Tim Tharp)


Lise son sınıf öğrencisi Sutter Keely -kendi iddiasına göre- okuldaki herkesin birlikte vakit geçirmek isteyeceği biri. Eğlenceli, esprili ve yanından hiç ayırmadığı viski-gazoz karışımıyla efkarlı her arkadaşının imdadına koşmaya hazır. Bir küsüp bir barıştığı sevgilisi ve kızlardan yana talihsiz en yakın arkadaşı Ricky ile lisenin son senesine başlıyor. Yalnız yakasını bırakmayan birtakım dertleri var. Mesela ailesi ile ilişkileri bozuk. Yıllar önce evi terk eden babasını hiç görmemiş. Ablası ve annesiyle de arası düzgün değil. Babasının gitmesinden annesini sorumlu tutan Sutter, yaptığı evlilikle sınıf atlayan ablasına ve züppe bulduğu eniştesine de hoş duygular beslemiyor. Okulunu ciddiye aldığı söylenemez. Sutter'ın gelecekle ilgili hayalleri, gerçekleştirmek istediği planları yok. Onu üniversiteye gitmeye hazırlanan, gelecekleri için heyecanlanan arkadaşlarından ayıran en büyük özelliği de bu. Sutter şimdide yaşamak istiyor. Şimdide yaşamanın zevkini belirsiz yarınlar için harcamak istemiyor. Hani demiş ya John Lennon ''hayat siz başka planlar yapmakla meşgulken başınıza gelenlerdir'' diye. Sutter'ın plan yapmak istememesinin de sebebi bu. Hayatının, o planlar peşinde koşarken, ne yaşadığını anlamadan bitivermesine razı değil. Bu yüzden anı yaşamanın derdinde. Ama gelin görün ki etrafındaki insanlar onunla aynı görüşte değil. Herkes bir telaş içinde, geleceği ile ilgili adımlar atma peşinde. Bir gün Aimee ile tanışıyor Sutter. Ailesi ile sorunları olan, silik, içine kapanık, çekingen bu kızı görünce kendine bir görev uyduruyor: Aimee'yi içine hapsolduğu kabuğundan kurtarmak! Sutter'ı okuması zevkli çünkü esprili bir dile sahip. Hikaye birinci ağızdan anlatıldığı için Sutter'ın hayatını ve hayatındaki kişileri onun bize aktardığı şekliyle biliyoruz. Bu yüzden en iyi Sutter'ı tanımamız gayet normal. Aimee'yi Sutter'dan daha az tanımamızı da sorun etmiyorum. Ama ortada şöyle bir mesele var ki yazar bize Aimee'yi tanımak için yeterince zaman vermiyor. Yani herşey çok çabuk gelişiyor ve değişiyor. Aimee'nin her kabuğunu kırma gösterisi alkolün verdiği cesaretten dolayı gerçekleşirken bir bakıveriyoruz minik tırtılımız karakter değişimi yaşamış. ''Ne zaman oldu bu?'' diyerek sayfaları geriye doğru taramayın zira yanıtı orda değil. Hoşuma gitmeyen bir diğer mesele ise araya sokuşturulan ve sonra doğru dürüst ele alınmayıp geçiştirilen tecavüz hikayesiydi. Böylesine travmatik, yaşayanda derin izler bırakan bir olay ''uyumuş-uyanmış-atlatmış'' üçlemesinde aktarılabilir mi hiç? Sutter'ın alkol bağımlılığı, hikaye onun tarafından aktarıldığı ve kendisi bağımlılığının farkında olmadığı için altı çizilerek gözümüze sokulmuyor. Yaşadığı ufak tefek hadiselerden biz anlıyoruz durumun vehametini. Bizden başka kimsenin bu duruma uyanmaması belki de yazarın Sutter'ın yalnızlığını anlamamızı sağlamak için seçtiği bir yol. Yine de meselenin ciddi olarak ele alınmamasının hikayeyi eksik bırakan bir tarafı da var. Bağımlılığın, koca bir sene boyunca içkiyi elinden bırakmayan bir insanın hayatına yapacağı ciddi etkilerin ele alınmaması, zararsız sorunlar yaratıyormuşcasına geçiştirilmesi bende tecavüz meselesinde olduğu gibi kolaya kaçılıyormuş hissi uyandırdı. Kitabın sonlarına doğru yaşanan ve hafifçe atlatılan bir olayın filmde değiştirilip biraz daha ciddi bir mesele haline getirilmesi belki de bu yüzdendir. The Spectacular Now alkol bağımlısı genç bir adamın varolma sancılarını anlatmaya çalışan ama karakterini, yeterince derinlikli ele almadığı için, bir güzel harcayan bir roman. Yine de Amerika'nın küçük şehirlerinde, parçalanmış ailelerde büyüyen sorunlu ergenlerin ruhsal durumuna dair iyi bir çerçeve çizdiğini söyleyebiliriz.

The Spectacular Now 
Tim Tharp
Knopf Books for Young Readers
Yıldız Karnesi: ***

4 Mart 2014

Philomena (2013)

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama bu sene Oscar Ödülleri'nde En İyi Film Adaylığı alan dokuz filmden altısı (yani üçte ikisi - matematiğim çok iyidir) gerçek hayat hikayesinden uyarlanmış. Bazıları yayımlanmış bir kitaba, bazıları da kitaplaşmamış gerçek hikayelere dayanan bu filmler arasında American Hustle, the Wolf of Wall Street, 12 Years A Slave, Captain Phillips, Dallas Buyers Club ve Philomena var. İrlandalı yaşlı bir kadın olan Philomena Lee'nin (Judi Dench) hikayesini konu edinen Philomena, elli yıl evlat özlemi çeken bir annenin çocuğunu bulmak umuduyla çıktığı yolculuğu anlatıyor. Burada hem fiziksel hem de zihinsel bir yolculuktan bahsediyoruz. Hikayeyi kitaplaştırmak arzusundaki gazeteci Martin Sixsmith (Steve Coogan) ile birlikte İrlanda'dan Amerika'ya uzanan bu hayat hikayesinde Philomena, kendi geçmişiyle yüzleşip içhuzuruna kavuşmaya çalışıyor. 1950lerin Katolik, dindar ve muhafazakar toplumsal yapısı üzerinden inanç, günah, ahlak vs. gibi kavramları sorgulayan filmin epey hüzünlü ve güçlü bir hikayesi var. İzlerken filmin yapmaya çalıştığı ahlaki çıkarımları gayet iyi anlıyorsunuz. Ama gelin görün ki film izleyiciyi aptal yerine koyup bu mesajı sonlara doğru Martin üzerinden dikte etme ihtiyacı hissetmiş. O kısım hem gereksiz kaçmış, hem eğreti durmuş hem de ne gerek var Philomena'nın rolünü çalmaya dedirtiyor. Steve Coogan ile Judi Dench'in kimyası güzel tutmuş. Lakin naif ve naifliğinden dolayı yer yer komik olan Philomena karakteri biraz üstünkörü ele alınmış gibiydi. Karakter analizinden ziyade yaşananlara odaklanan Philomena duygusal konusu ile dikkatleri üzerine çeken bir yapım. Yine de beklentilerinizi fazla yüksek tutmayın derim. 

Philomena
2013 İngiltere-ABD-Fransa
Yönetmen: Stephen Frears
Yıldız Karnesi: ***

2 Mart 2014

12 Years A Slave (2013)

Bu sene En İyi Film kategorisinde Oscar'ı kucaklayacağına birçok eleştirmenin kesin gözüyle baktığı 12 Years A Slave (bu akşam sonucu öğreneceğiz), ülkenin kuzeyinde ailesiyle birlikte özgür bir hayat yaşarken köle tacirleri tarafından kaçırılıp Güney'deki çiftliklerden birine satılan Solomon Northup'ın hayat hikayesinden uyarlanmış bir yapım. Kaçırıldıktan sonra gemiyle güneye gönderilen Solomon, köleleri çırılçıplak soyup alıcıların önünde vitrine çıkaran, çocuklu aileleri parçalamaktan kaçınmayan, her bir köle bedeninin taşıdığı parasal değerle gözleri kamaşmış bir tüccarın kurduğu pazarda yeni sahibiyle tanışıyor. Aşağılanmak, şiddet görmek, güneşin altında saatlerce çalışmak gündelik pratikleri oluyor. Üstelik kendi bedenine yönelmiş şiddetin yanında, zulüm gören diğer bedenlere tanıklık etmeye zorlanıyor. Bütün bu olup bitenin ortasında tutunduğu tek bir dal var: hayatta kalabilme arzusu. Ne olursa olsun kurtulacağına dair umudunu kaybetmeden hayatta kalmaya çalışıyor Solomon. Çünkü yaşadıkları karşısında elinden gelen sadece bu. İngiliz yönetmen Steve McQueen, dönemin toplumsal şartlarını köle bir adamın gözünden, üstelik hiçbir ajitasyona yer vermeden anlatmayı seçmiş. Köleliği Hıristiyanlıkla meşrulaştıran hatta kölelerine İncil okuyan çiftlik sahiplerini öcüleştirmemiş. Filmin en sadist köle sahibi Edwin Epps'i (Michael Fassbander) bile kimi zaman zayıflık belirtileri gösteren bir karakter olarak sunmuş. 1853 yılında yayımlanan ve Solomon'ın hatıralarını anlattığı orijinal kitap ve film arasındaki farklılıkları kitabı okumadan söylemek zor. Elbette arayanın Mevlasını bulduğu bir dönemde yaşıyoruz. İnternetin bir köşesinde bu karşılaştırmayı yapmış bir yazı eminim ki vardır. Araştırmadığım için kurgu mu gerçek mi bilmiyorum ama filmde Brad Pitt'in canlandırdığı karakterin Kanadalı çıkmasını epey yerinde buldum. Genelde bu tarz filmlerde vuku bulan ''white man's burden'' görevine -kısmen- atılmış bir çelme gibi geldi. (Belki de kendimi kandırıyorum) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı için yarışan Lupita Nyong'o gayet akıcı bir performansa sahip. Bu sene ödül sezonunun da gözbebeği oldu. Filmdeki oyunculuğunu beğensem de adaylar arasında favorim olmadığı da bir gerçek (aç parantez-bu kategoride oyum Julia Roberts'a-kapa parantez). En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ı için yarışan Michael Fassbander ise bu kategorideki favorim. Ödülün Jared Leto'ya gideceği az çok belli olsa da bu akşam bir sürpriz yaşanmasını can-ı gönülden diliyorum. Tarihi bir drama filmi olan 12 Years A Slave, Amerikan toplumunda insan ilişkilerini şekillendiren en önemli yapısal meselelerden birinin geçmişine inen ve bunu konuyu dağıtmadan ve karakteri acındırmadan yapan bir film.

12 Years A Slave
2013 ABD
Yönetmen: Steve McQueen
Yıldız Karnesi: ****     

26 Şubat 2014

Dallas Buyers Club (2013)

Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée'nin son filmi Dallas Buyers Club, izleyiciyi AIDS hastalığının ortaya çıkıp yaygınlaştığı 1980lere götürüyor. Başlangıçta eşcinsel hastalığı olarak yaftalanan AIDS üzerinden Amerikan toplumuna dair pek çok irdeleme yapan film, gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilerek yazılmış. Hikayenin sahibi Teksaslı Ron Woodroof (Matthew McConaughey) rodeo yarışları, seks ve uyuşturucu üçgeninde hayat sürdüren bir adam. AIDS teşhisi konduktan sonra hayatı değişiyor. Ölümcül bir hastalığı olduğu fikrine alışmaya çalışırken toplumsal hayattan dışlanan ve doktorların 1 aylık ömür biçtiği Ron büyük bir kararlılıkla hastalığı ile mücadeleye koyuluyor. Dallas Buyers Club, hem Ron Woodroof üzerinden başarılı bir karakter incelemesi gerçekleştiriyor hem de AIDS hastalığı üzerinden dönemin ilaç politikasına ve hastalığın toplumsal boyutuna dair çıkarımlar yapıyor. Homofobik Ron Woodroof'un çoğunluğu eşcinsellerden oluşan hasta grubuyla olan iletişimi ve yaşadığı kırılmalar izleyiciye Rayon (Jared Leto) tarafından aktarılıyor. Bir de son derece gereksiz bulduğum, hikayenin medikal tarafını anlatmak için hiç de ihtiyaç duyulmayan doktor Eve Saks (Jennifer Garner) var. Bu sene Ron ve Rayon rolleriyle Altın Küre dahil olmak üzere pek çok ödülü kucaklayan Matthew McConaughey ile Jared Leto'nun performanslarına söyleyecek sözüm yok. Yine de Rayon'un yalapşap aktarılan hatta yer yer araçsallaştırılan karakterinin detaylandırılmasını tercih ederdim. Trans kimliği ve üstünkörü aktarılan ailevi problemlerinden fazlası olmalıydı Rayon. Jennifer Garner'ın karakterini feda edip yan hikaye olarak sadece onu anlatabilirlerdi mesela. Dallas Buyers Club gerek konusu gerek oyunculuğu ile bu senenin izlemeye değer yapımlarından biri. If Istanbul'da kaçırdıysanız vizyon tarihini (7 Mart) sakın kaçırmayın.

Dallas Buyers Club
2013 ABD
Yönetmen: Jean-Marc Vallée
Yıldız Karnesi: ***1/2

24 Şubat 2014

The Wolf of Wall Street (2013)


Martin Scorsese - Leonardo DiCaprio ortaklığının son ürünü the Wolf of Wall Street, New Yorklu borsa komisyoncusu Jordan Belfort'ın hayat hikayesini anlatan bir yapım. Çaylak bir komisyoncu adayından seks ve uyuşturucu bağımlısı zengin bir işadamına dönüşmesine eşlik ettiğimiz Belfort, para kazanma hırsının (ve akabinde elde edilen milyon dolarların) bir insana neler yapabileceğinin yaşayan bir kanıtı adeta. Parayla satın alınabilecek her şeye (lüks villa, arabalar, yat, kat, hizmetçiler, helikopter, özel uçak, aklınıza ne gelirse) sahip bu adamı uyuşturucu ve seks dışında heyecanlandıran hiçbir şey yok. Para içinde yüzen ördek Varyemez Amca'nın ete kemiğe bürünmüş hali olan Jordan tam bir laf ebesi. Ağzını açtığı zaman ikna edemeyeceği kimse yok. Para kazanma ve başarılı olma hırsının önünde hiçbir engel tanımıyor. Alkışların ve elde ettiği zaferlerin sarhoşu. Kendine yönelik tehditlerin hiçbirini ciddiye almıyor. Hem neden alsın ki? Herkesin bir fiyatı olduğundan gayet emin. Yaşadıkları hiçbir zaman ona aksini kanıtlamıyor. Kadınlardan çabuk bıkıp ailesine dair hiçbir sorumluluğu yerine getirmediği gibi ışıltısıyla büyülendiği sahneden inmeyi de bir türlü başaramıyor. Scorsese, Jordan'ın maddiyat içinde kendini yavaş yavaş kaybedişini anlatırken parayla sahip olunabilecek aşırılıkları gözümüze sokmaktan çekinmemiş. Filmde yer alan cinsellik ve uyuşturucu kullanımı birçok izleyiciye aşırı gelebilir. Zira estetik anlatımdan uzak sahneler bunlar. Scorsese yeter artık dediğiniz noktada bile sizi daha fazla sekse ve uyuşturucuya boğmaktan geri durmamış. Film üç saat sürse de tempo son ana kadar korunmuş. Filmin öne çıkan ismi tabii ki Leonardo DiCaprio. Romeo ve Juliet filmiyle tanıştığım ve bir dönem ergen odamın duvarlarını posterleriyle süsleyen bu adama tarafsız davranmam mümkün değil. Bu sene Altın Küre'yi Gatsby rolüyle kucaklayan Leo'nun Oscar'ı da Jordan rolüyle almasını çok ama çok istiyorum. Filmin öne çıkan diğer ismi Jonah Hill'in ise adaylık üstüne adaylık getirecek bir rolde oynadığını pek düşünmüyorum açıkçası. Bu kadar öne çıkmayı başarması filmin yarattığı dalganın etkisi sanırım. The Wolf of Wall Street, Wall Street çalışanlarının işlediği suçların cezai yaptırımına ve toplumsal algıya dair söz de söylüyor. Jordan'ın toplum tarafından nasıl karşılandığına şaşırmamak için gözlerimizi televizyon programında evkadınlarına türlü tavsiyeler veren Martha Stewart'a çevirmemiz yeterli.

The Wolf of Wall Street
2013 - ABD
Yönetmen: Martin Scorsese
Yıldız Karnesi: ****

22 Şubat 2014

The Croods (2013)

Bu senenin popüler animasyonlarından the Croods, daha önce Shrek, Bee Movie, Kung Fu Panda, Madagascar gibi filmlerini izlemiş olduğumuz DreamWorks Stüdyolarının filmi. İzleyiciye macera dolu bir yol hikayesi vadeden yapım, tarih öncesi dönemde yaşayan ama aile yapısı hayalgücünün sınırlarını zorlayacak şekilde(!) Batı toplumlarındaki ailelere benzeyen Croods familyasının hikayesini anlatıyor. Aile üyeleri yırtıcı hayvanların yolları gözlediği, hayatta kalmak için hızlı ve gizli hareket etmenin şart olduğu bu coğrafyada mağaralarının erkeği, ailenin reisi Grug'ın (Nicolas Cage) katı kurallarının dışına çıkmıyorlar. Bir kişi hariç: ailenin asi kızı Eep (Emma Stone). Babasını çok seven ama hayatı keşfetmek için yanıp tutuşan ve bu yüzden kuralları eğip bükmeye meraklı Eep ile Grug, hikayedeki çatışmayı kuruyorlar. İkisi arasındaki ilişkiye, Eep'in tek başına çıktığı kısa maceralardan birinde tanıştığı Guy (Ryan Reynolds) da ekleniyor. Eski ve alışılmış yöntemlere sıkı sıkıya bağlı Grug ile yeni keşiflere açık Guy arasında da ayrı bir çekişme başlıyor. Bu sırada yerkürede gerçekleşmeye başlayan değişikliklerse aileyi öngöremedikleri bir maceraya savuruyor. Aslında the Croods ile ilgili söyleyecek fazla bir sözüm yok. Çizimler, renkler ve seslendirmeler çok iyi. Tempo da filmin sonuna dek düşmüyor. Lakin hikaye bahsettiğim çatışmalar üzerinden ilerlemeye çalışıyor. Eğer kullanılan espriler komik olsaydı bu pek bir sorun teşkil etmezdi. Ama bu önemli malzeme eksik olunca film, ulaşılmak istenen hedefe engelleri aşarak gitmeye çalışan bir video oyunundan farksız kalıyor. Çocuklu aileler için ideal bir film olabilir ama yetişkinleri tatmin etmeyeceği de bir gerçek.

The Croods
2013 - ABD
Yönetmen: Kirk DeMicco - Chris Sanders
Yıldız Karnesi: **

19 Şubat 2014

American Hustle (2013)


David O. Russell'ın the Fighter ve Silver Linings Playbook ile yakaladığı başarının yarattığı beklenti nedeniyle izlemek için sabırsızlandığım bir filmdi American Hustle. Gerçek bir olaydan esinlenerek yazılmış senaryo, FBI soruşturmasına yardım eden dolandırıcı Irving Rosenfeld'in (Christian Bale) hikayesini anlatıyor. Irving, kendisi gibi yoksul bir geçmişten gelip zengin olma hayalleriyle yanıp tutuşan sevgilisi Sydney (Amy Adams) ile kurdukları küçük ölçekli dolandırıcılık döngüsüne suç üstü yapılınca hapse girmemek için FBI ile anlaşmayı kabul ediyor. FBI ajanı Richard Dimaso (Bradley Cooper) liderliğinde, politikacıların karıştığı yolsuzlukların peşine düşüyorlar. Irving'in hayatında Sydney dışında birileri daha var: karısı Rosalyn (Jennifer Lawrence) ve öz çocuğu kadar çok sevdiğini öğrendiğimiz üvey oğlu. Hayatı dolandırıcılık üzerine kurulu bir adamın yalandan dolandan en uzak olduğu -en saf ve derin hisler beslediği- ilişkisi oğluyla olanı. Öyle ki her şeyi bırakıp sevdiği kadınla kaçmak istese dahi oğluna ihanet edemeyeceğinden gidemiyor. Russell'ın yine nevi şahsına münhasır karakterleri var. Her ne kadar kağıt üstünde kulağa çekici gelen karakterlerin içinin yeterince dolmadığı hissine kapılmış olsam da filmin öne çıkan karakteri Rosalyn'i seyretmelere doyamadım. Aptal ayağına yatıp bütün tartışmaları lehine çevirmesine, Irving'e savurduğu tehditlere, irrasyonalitenin sınırında gezinirken yaptığı doğru tespitlere hayran kaldım. Hele hele tek femme fatalliği derin göğüs dekoltesi ve İngiliz aksanıyla ortada endam etmek olan Sydney ile kıyaslandığında daha cesur ve güçlü bir kadın olduğunu görmek içime su serpti. Ayrıca Amy Adams için koparılan bütün bu yaygaraya da bir anlam veremediğimi söylemek isterim. Daha çok sahnesi olmasına rağmen performansı Jennifer Lawrence'ın gölgesinden bir türlü kurtulamadı. Farklı tiplemeleri oynamayı sevdiğini gayet iyi bildiğimiz Christian Bale düzenbaz ama mağdur(!) Irving'i de başarılıyla canlandırmış ama Irving sığ kalınca yarattığı etki minimumda kalmış. Bradley Cooper ise ana kuzusundan hırslarının mağduru olan FBI ajanına giden yolda gayet göz doldurucu. Bu arada ufak bir parantezi Louis C.K. için açmak istiyorum. Komik olmayan/olmaya çalışmayan bir karakteri gayet eğlenceli aktarıyordu. Bu rolü sayesinde ''komik adam''ları canlandırmaktan çok daha fazlasını yapabildiğine şahit olduk. Senaryonun izleyiciyi heyecanın doruğuna çıkarması gereken sahnede güdük kalmasıysa filmin tökezlediği önemli anlardan biriydi. Müzikleri, kılık kıyafetleri, saç-makyaj ve ev dekorasyonları ile 1970leri ayağımıza getiren American Hustle kopardığı yaygaranın altında ezilen, yılın ortalama yapımlarından biri.

American Hustle
2013 ABD
Yönetmen: David O. Russell
Yıldız Karnesi: ***

17 Şubat 2014

Frozen (2013)

Bu sene Altın Küre ve BAFTA ödüllerini kucaklayan, Oscar yarışında ise iddiasını sürdüren Frozen (Türkiye'de gösterime giren ismiyle Karlar Kraliçesi) Walt Disney Stüdyolarının imalatı animasyon bir yapım. Stüdyo, geçtiğimiz sene BAFTA, Oscar ve Altın Küre'de hak ettiği ilgiyi göremeyen Wreck-It Ralph'in ardından bu sene bir prenses hikayesi ile çıkıyor karşımıza. Anne ve babalarını küçük yaşta kaybeden prenses kardeşler Elsa ve Anna'nın hikayesini anlatan film bizi hayali bir ülkenin krallığına götürüyor. Küçükken aralarından su sızmayan iki kardeş, Elsa'nın sakladığı bir sır yüzünden neredeyse birbirlerini görmeden büyüyorlar. Kardeşini korumak için kendini yalnızlığa mahkum eden Elsa'nın tahta çıkma vakti geldiğinde sırlar, tüm misafirlerin önünde ortaya dökülüyor ve Anna ablasıyla ilişkisini düzeltmek için soğuk ve karlı bir maceraya atılıyor. Frozen çizimleri gayet başarılı bir film olmuş. Kullanılan renkler hem estetik anlamda göze hitap ediyor hem de izleyene hikayenin karlı ve soğuk havasını iliklerine dek hissettiriyor. Elsa'nın buzdan şatosu hatta şatoya giden o upuzun merdivenler belli ki nefis bir hayalgücünün, yeteneğin ve uzun uğraşların ürünü. Film bir başka Disney filmi olan Tangled gibi müzikalimsi tarza sahip. Elsa'yı seslendiren Idina Menzel'in söylediği ''Let It Go'' filmin en güzel sahnelerinden birine eşlik ediyor. Küçük kardeş Anna'yı da kalplerimizin Veronica Mars'ı Kristen Bell seslendiriyor. Frozen, Brave'de tutan formülü denemekten kaçınmamış. Prenses ama cesur, güzel ama güçlü iki kızın kardeşliği ve sevgiyi keşfine dair bir macera hikayesi. Brave'deyse iki kız kardeşin yerine hikayenin merkezinde anne-kız ilişkisi vardı. Frozen, mavinin her tonunu göreceğiniz renkleriyle, müzikleriyle, verdiği sevgi içimizde mesajıyla sıkıntılı gününüzü hafifletecek tarzda bir yapım. Prenseslerin incecik vücutlarına, beyaz tenlerine, kalkık burunlarına, uzun gür saçlarına, iri ve renkli gözlerine bakarak filmi izleyecek küçük kız çocuklarına verdiği mesajları göz ardı edip etmemek ise izleyiciye kalmış.

Frozen
ABD 2013
Yönetmen: Chris Buck - Jennifer Lee
Yıldız Karnesi: ***1/2

11 Şubat 2014

Patron Mutlu Son İstiyor (2014)

Patron Mutlu Son İstiyor, başrollerini Ezgi Mola ile Tolga Çevik'in paylaştığı romantik komedi filmi. Kıvanç Baruönü'nün ilk yönetmenlik denemesi olan filmin senaryosunu Yılmaz Erdoğan yazmış. Konusu kısaca şöyle: Senarist Sinan (Tolga Çevik) yapımcısı tarafından yeni bir film senaryosu yazması için Kapadokya'ya gönderilir. Yalnız yapımcının belli istekleri vardır. Film komedi olacak, içinde aşk olacak ve mutlu sonla bitecektir. Üstelik Sinan bu filmi 20 gün gibi kısa bir sürede tamamlamak zorundadır. Kaldığı otelin sahibinin kızı olduğunu tahmin ettiğim Eylül'e (Ezgi Mola) ilk görüşte aşık olan Sinan acı gerçeği kısa sürede öğrenir. Eylül'ün adaleli vücudu ile ekranlarda endam eden oyuncu bir sevgilisi vardır. Bir yandan kalp ağrısı ile diğer yandan yapımcısının sıkıştırmalarıyla baş etmeye çalışan Sinan bir çıkış noktası bulur: kendi yaşadıklarını yazacaktır. Ama bakalım kendi hikayesi mutlu sonla bitecek midir? Vizontele filmlerini ve Organize İşler'i yazan Yılmaz Erdoğan'ın böylesine kötü bir senaryoyu dolaşıma sokacağını tahmin etmek oldukça güç. Yine kendisinin yazıp başrolü oynadığı Neşeli Hayat bile bütünlük ve içerik bakımından bu filmden çok daha iyiydi. Patron Mutlu Son İstiyor'da bir kadın ve bu kadın için rekabet eden iki erkek var. Ama aralarındaki çatışma öyle kötü kurulmuş ki doğru dürüst bir rekabet olduğunu bile söylemek mümkün değil. Üstelik Eylül'e Sinan'ı seçmek için düzgün bir neden de sunulmamış. Tek özelliği sulu şakalar/espriler yapan bir adama aşık olması gerektiğine ikna olacağımızı nasıl düşünmüşler pek anlayamadım. Ayrıca hem Sinan, hem Eylül karakterleri fazla gelişigüzel yazılmış. Sinan rolündeki Tolga Çevik, Arkadaşım Hoşgeldin'deki performanslarından birini sergiliyormuş (misal sarhoş sahnesi), Ezgi Mola ise komik olmayan şakalara zorla gülüyormuş gibiydi. Özensiz diyaloglar, lüzumsuz yan karakterler, başrol oyuncularının arasındaki kimya eksikliği hepsi hikayenin tutmayan mayasına tuz biber ekmişti. Tolga Çevik'in ''ben bir peruğum!'' diye bağıran pejmürde peruğu olmasaydı karakter ne kaybederdi onu da epey merak ettim. Filmde tek hoşuma giden şey Sinan'ın dizüstü bilgisayarının kapağına bantlanmış çeşitli VHS kılıflarının sırt yüzleriydi. Kim düşünmüşse bir senarist bilgisayarı için harika bir tasarım olmuş, ellerine sağlık! Keşke aynı şeyi filmin tamamı için söylemek mümkün olsaydı. Ne yazık ki Patron Mutlu Son İstiyor, zayıf senaryosu, karikatürize karakterleri ve kötü esprileri ile vaadettiği komediyi vermekten epey uzakta bir yapım.

Patron Mutlu Son İstiyor
Türkiye - 2014
Kıvanç Baruönü
Yıldız Karnesi: **

3 Şubat 2014

A Thousand Times Goodnight (2013)


İşte size büyük bir iştahla tavsiye edeceğim bir film: A Thousand Times Goodnight. Randevu İstanbul sayesinde izleme fırsatı yakaladığım Norveç yapımı film (dili İngilizce), savaş fotoğrafçısı bir kadının hikayesini anlatıyor. Rebecca (Juliette Binoche) işinde çok başarılı, prestijli gazetelerle çalışan, deneyimli bir savaş fotoğrafçısı. Gittiği savaş alanlarında yaşanan vahşeti fotoğraflayıp dünyanın dikkatini çekmeye çalışıyor. Mesleğini büyük bir tutkuyla yapan bir kadın. Savaşın hüküm sürdüğü coğrafyaların fotoğrafını çekmek ve verilen yaşam mücadelesini, yaşanan haksızlıkları, çekilen acıları belgelemek Rebecca'nın hayattaki varoluş sebebi. Bu varoluş şekli için ölümü göze almış bir savaş fotoğrafçısının karşısına daha zorlu bir sınavın çıkamayacağını düşünürsünüz belki de. Oysa kazın ayağı öyle değil. Rebecca, eşi ve iki kızının beklentileri ile kariyerinin hatta daha da önemlisi yaşama sebebinin arasında sıkışıp kalıyor. Belki kadın değil de erkek (savaş fotoğrafçısı) olsa kendisinden asla talep edilmeyecek ilgi ve fedakarlık durmadan kapısını çalıyor. Vicdanı onu sürekli sınava alıyor. Yüce aile müessesi ona durmadan asıl kimliğinin ve asıl mesleğinin ne olduğunu hatırlatıyor. Ve Juliette Binoche etrafında kopan feryatların arasında yolunu kaybetmiş, hangi sese kulak vereceğini bilemeyen Rebecca'yı çok ama çok güzel oynuyor. Rebecca, Müslüman/Afrikalı ''siyahların'' yaşadığı coğrafyaları fotoğraflamaya giden Batılı, beyaz bir kadın ve bunun doğurduğu bir güç ilişkisi durumu elbette var. Belki de çok göze sokulmaması ve asıl vurgunun Rebecca ile ailesi üzerinde olması sebebiyle bu alt metin izleyeni fazla rahatsız etmiyor. Büyük çoğunluğu İrlanda'da çekilen film harika görsel sahneler içeriyor ve insanı ''İrlanda'yı görmeden ölmemek'' konusunda ikna ediyor. Filmde Juliette Binoche'a kocası rolünde Nicolaj Coster-Waldau (yani Game of Thrones'un Jaime Lannister'ı) eşlik ediyor. Karısının mesleğinden korkan ve onu seçim yapmaya zorlayan eş rolünde gayet iyi. Yine de karakterinin Rebecca kadar derinlikli olduğu söylenemez. Kariyeri ve ailesi arasında sıkışmış Rebecca'nın hikayesini anlatan bu dram filmini fazla yorgun olmadığınız bir zamana saklayın ama sakın kaçırmayın.  

A Thousand Times Goodnight
Norveç 2013
Erik Poppe
Yıldız Karnesi: ****

31 Ocak 2014

Enough Said (2013)


Enough Said, 2014 Altın Küre Ödüllerinde adaylık alan Julia Louis-Dreyfus ile geçtiğimiz sene ölen James Gandolfini'nin başrolleri paylaştığı bir romantik komedi. Yönetmenliğini aynı zamanda senaryoyu da kaleme alan Nicole Holofcener'ın üstlendiği filmin konusu kısaca şöyle: Bir partide tanışan Eva (Louis-Dreyfus) ile Albert'ın (Gandolfini) pek çok ortak noktası vardır. İkisi de orta yaştadır, başlarından birer evlilik geçmiştir ve ikisinin de üniversiteye gitmek üzere evden ayrılmaya hazırlanan birer kızları vardır. Üstelik birbirleri ile frekansları da tutar ve çok iyi anlaşırlar. Tam her şey ne de güzel ilerliyor derken ilişkilerini çatırdatacak bir dönemece saparlar. Enough Said, orta yaşa gelmiş insanların aşkı yaşayış hallerini konu edinen mütevazi bir yapım. Film, ''Orta yaşta insanlar birbirinden nasıl etkilenir?'' ''Toplum standartlarında çekici kategorisine girmeyen göbekli ve kelleşen bir adamı beğenmeni sağlayan kişisel özellikler nelerdir?'' gibi soruları düşündürdü bana. Belki de gençken karşımızdakini değiştirebileceğimize olan inancımızdan, dış görünüşe daha fazla önem verip kendimizle hiç bir uyuma sahip olmayan insanlarla birlikte oluyoruz. Sonra yaşımız ilerliyor, iki taraf da yaşlanmaya başlıyor ve pek de iyi anlaşamadığımızı fark ettiğimiz bu kişiyle başbaşa kalıyoruz. Orta yaşa gelip aşkın peşine düştüğümüzdeyse durum farklı oluyor. Artık hem kendimizi daha iyi tanıyor, hem de karşımızdakini olduğu gibi kabullenmeyi öğreniyoruz. Değişiklik talep etmeden. Onu istediğimiz forma sokmaya çalışmadan. Olduğu haliyle kabul ediyoruz. Eva kendi ayakları üzerinde duran, sempatik ve çalışkan bir kadın. Belli ki boşanmasının ardından uzun bir yalnızlık dönemi yaşamış. Albert ile başladığı ilişkide onu ikileme sürükleyen bir mesele ortaya çıkıyor: bir adamı kendi başıma tanıyacak vaktim ve enerjim var mı? Yoksa boşa kürek çekmemek için takviye kuvvet mi almalıyım? Belki de buna orta yaş ikilemi deniyordur. Hem deneyip yanılmaya yetecek enerji, vakit ve sabrınız yok, hem de kendi duyularınızla tanımak istiyorsunuz karşınızdakini. Hangisini seçeceksiniz? Romantik komedi diye aynı klişe hikayelerin pişirilip önümüze sürüldüğü bu dönemde Enough Said rakiplerinin arasından hikayesi ve oyunculuğuyla güzelce sıyrılıyor. Yorgun argın eve geldiğiniz bir akşam ciddi dikkat ve efor isteyen bir film yerine seçebileceğiniz eğlenceli ve esprili bir yapım. 

Enough Said
ABD 2013
Nicole Holofcener
Yıldız Karnesi: ***1/2

21 Ocak 2014

Okuma Şenliği Aralık Güncellemesi

Okuma şenliğinde ikinci ay güncellemesi ile karşınızdayım. Aslında şenliğe epey geç başladığım için ilk ay sadece Clive Cussler'ın kitabını okuyabildim. Ama ikinci ay daha iyi bir performans gösterip üç kitap okudum. Doktora çalışmalarım ve asistanlığını yaptığım bir araştırma projesi için sürekli koşuşturmamdan dolayı istediğim verimliliği henüz yakalamış değilim. Gerçi şenliğin bitmesine iki aydan az bir süre kaldı ve listeyi tamamlamam mümkün olmayacak gibi duruyor. Olsun, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın diyerek listedekileri okumaya devam edeceğim. Evet, kişisel haberlerin ardından sırada hava durumu: 

19 Ocak 2014

2014 Oscar Adayları

Daha önce Altın Küre adaylarını (film kategorisini) listelemiştim. Sırada 2014 Oscar adaylıkları var. Lakin liste epey uzun olduğu için belli başlı kategorileri dahil ettim. Adaylıkları listeleme sebebim Altın Küre ile aynı. Hem adaylara göz atmak istediğimde Google ile uğraşmamak, hem de izledikçe üzerini çiziktirmek (kırmızı ile boyamak desek daha doğru olur).  

7 Ocak 2014

Ginger and Rosa (2012)


Aynı gün doğan ve sıkı iki arkadaş olarak büyüyen iki genç kızın hikayesinin anlatıldığı Ginger and Rosa yılın ortalama dramalarından. 1960'ların Londrası'nda geçen hikaye, fon müziğine ABD ile Küba arasında yaşanan misil krizini oturtmuş. Birbirinden oldukça farklı bu iki arkadaşın hem tanıklık ettikleri siyasi krizi, hem de özel hayatlarındaki krizi ele alışlarını ve başa çıkış şekillerini anlatıyor. Ginger ve Rosa, tüm yakınlıklarına rağmen birbirlerinden gece ve gündüz kadar farklı. Bir yanda olayları rasyonalite ile açıklamaya çalışan Ginger, diğer yanda her şeye kader ve inançla yaklaşan Rosa. Ginger gerçekçi, aktivist ve okumaya düşkün. İleride şair olmanın hayalini kuruyor. Rosa'nınsa kitaplarla pek işi yok. Siyasi krizler de pek umrunda sayılmaz. Onun için varsa yoksa kendi gönül krizleri. Sonsuz bir aşkın hayalini kuruyor ve bu aşk uğruna yanmaya, ateşlere atılmaya da dünden razı. Film, aile kavramını, büyümeyi, yetişkinliğe adım atmayı ve gençliğin tabiatında var olan dünyayı değiştirme cüretini konu ediniyor. Filmin en öne çıkan özelliği Elle Fanning'in düşman çatlatan oyunculuğu. Yavaş tempolu bu filme devinim ve heyecan getiriyor Fanning. Sanırım filmde beni en çok hayalkırıklığına uğratan şey beklediğim o bangır bangır patlama, içindekileri dışa vurma, bir nevi rahatlama anının bir türlü gelmeyişiydi. Bir de olaydan çok karakter tahliline ağırlık verilmiş olmasına rağmen Rosa'nın fazla üstünkörü, sadece Ginger gözünden ele alınmasıydı. Ginger and Rosa izleyene tatmin edici bir hikaye anlatımı sunamasa da Elle Fanning'in kolay kolay unutulmayacak performansı için izlenebilir. Ayıracak 1.5 saatiniz varsa bir fırsat tanıyın. 

Ginger and Rosa
2012 ABD
Sally Potter
Yıldız Karnesi: ***