6 Şubat 2024

Hafta #5: American Nightmare + Triangle of Sadness

Hani insan bir şeyler izlemeye hiç zamanı olmadığında sürüyle film-diziye iç geçirip ilk boş vaktinde izleyeceği işlerin hayalini kurar, sonra o yoğun dönemden çıkıp boş zamana kavuştuğunda nereden başlayacağını bilemez? İşte bana tam olarak bu tarif ettiğim şey oldu. Hazırlanacak ders ve notlanacak sınavlar tükenince, izleme listesine eklediğim film ve dizilerle bir süre karşılıklı bakıştık. En sonunda polisiye/gizem sularına geri dönmek adına Netflix'in American Nightmare belgeselinde karar kıldım.

Gerçek suç belgeseli American Nightmare, 2015 senesinde Vallejo, Kaliforniya'da yaşanmış bir ev baskınını odağına alıyor. Baskın, genç çift Denise Huskins ve Aaron Quinn'in, olaysız, sakin, orta sınıf bir mahalledeki evlerinde, bir gece yarısı ansızın uykularından uyandırılmalarıyla başlıyor. Saldırgan, Aaron'ı etkisiz hale getirdikten sonra Denise'i kaçırıp gidiyor. Olay, polise intikal ettikten kısa süre sonra basın da yoğun ilgi göstermeye başlıyor. Hem polisin hem de basının baş şüphelisi Aaron. Fakat Denise, baskından birkaç gün sonra ailesinin evine dönünce şüphe Aaron'dan hızlıca Denise'e kayıyor. Olaydan bir sene önce gösterime girmiş Gone Girl, polisin odağını baskın ve muhtemel şüphelilerden Aaron ve Denise yoğunlaştırmasına sebep oluyor. Gerçekten bir saldırgan var mıydı? Denise bu olayı Aaron'dan intikam almak için mi planladı? Yoksa Aaron ve Denise kamu kaynaklarını israf eden suç ortakları mı? Üç bölümlük belgeselde ilk bölüm Aaron'ın, ikinci bölüm Denise'in anlatılarına odaklanırken, üçüncü bölüm baskına ve olayın çözümüne yer ayırıyor. American Nightmare, kesinlikle bir "kim yaptı" anlatısı değil. Kurgu, benim gibi hikayeyi bilmeyen izleyicileri ilk iki bölümde anlatılanlara şüpheyle yaklaşmaya itiyor. Fakat filmde asıl yerel polisin ve FBI'ın cinsel suçlar hakkında yapılan şikayetleri ve başvuruları ciddiye almaması, bunların doğru dürüst kaydını tutmaması hatta suç kovuşturması sırasında popüler bir filmden yola çıkarak delil yerine ezber ve ön kabullerle hareket etmesi vurgulanıyor. Olaya bakan erkek polislerin dosyayı kapama çabalarına karşılık yaşananları aydınlığa kavuşturan, bu mesleği en çok cinsel saldırganları yakalamak için seçen kadın dedektif oluyor. Belgesel, suç/polisiye türünü özellikle true crime izlemeyi sevenlerin ilgisini çekebilir.  

Öğrencilerle her ay çevrimiçi toplanıp onların seçtiği bir film üzerine konuşuyoruz. Şubat ayı için 2022 yapımı Triangle of Sadness'i izledik. Cannes'dan Altın Palmiye ile ayrılan bu filmi daha önce izlememiştim. 2.5 saat uzunluğuda üç bölümden oluşan film için kısaca yönetmen Ruben Östlund'un toplumsal tabakalaşma eleştirisi diyebiliriz. Bir yandan dünün zengini (old money) ile bugünün zenginini (influencer) yan yana getirmiş diğer yandan lüks tüketim içindeki tüm bu insanlarla hizmet sınıfının tezatlığını ele almış. Hizmet sınıfının da kendi içinde sahip olduğu hiyerarşik yapıyı gözeterek elbette. Filmin başında genç model/influencer çiftimiz Yaya ve Carl'ın ilişkilerinin dinamiğine tanık oluyoruz. Toplumsal eşitsizlikleri aşmak için ileri sürülen (yeni) normların aslında içselleştirilmediğini, dolayısıyla eşitliğe dair tüm sözlerin slogandan öteye gidemediğini anlatan birinci bölümün ardından, Yaya ve Carl dışındaki tüm yolcuların zenginlerden oluştuğu yat seyahatine geçiyoruz. Filmin toplumsal eleştiri kısmı burada başlıyor. Son bölüm, toplumsal roller değişseydi ve kontrolsüz iktidar bir kadının eline geçseydi ne olurdu sorusunu yanıtlayarak seyirciyi uğurluyor. Film hakkında genel düşüncelerime gelecek olursak --çünkü öğrenmezseniz uykularınız kaçacak biliyorum-- (Avrupalı) zengin sınıfa getirdiği eleştiriler artık herkesin malumu değil mi? 21. yüzyılda bu tarz sosyal tabakalaşma anlatıları biraz kolaya kaçmak gibi geliyor. Biz bu dersi bu şekliyle zaten defalarca işlemedik mi Ruben hocam? diye sormak istiyorum. Önceden söylenenlerin üzerine sizin yeni sözünüz nedir? Sosyal tabakalaşmayı Marxist bakış açısıyla eleştiriyorsunuz (tamam), belki ilk aşamada bu tür analizlerin rolü önemli, ama bugün bu ilişkiler çatışmacı lensle (üretim araçlarını ellerinde tutanlar ve diğerleri) indirgenilen yerden açıklanamayacak kadar katmanlı ve karmaşık. Bu kavramları tüketerek "kolay yoldan" para kazanan sadece influencer sınıfı mı? Özetle, toplumsal tabakalaşma eleştirilerinin daha kompleks analizleri hak ettiğini düşünüyorum. Öte yandan, film, şımarık, ücretini ödediği hizmeti vereni de satın aldığını zanneden, her istediğine istediği anda sahip olmayı bekleyen zenginlerin nasıl "cezalandırıldığını" görmek isteyeceklerin ilgisini çekebilir.   

Bunların dışında:

* Dr. Slum izlemeye devam. Bu hafta direksiyonu gizemden romansa kırdılar. Bu benim için endişe verici bir durum. Müessesemiz gelişmeleri takibe devam edecek.

* Netflix'in Ocak ayında programına aldığı sci-fi filmi The Kitchen'a başladım. Öğrencilere güncel teorilerle analiz edecekleri distopik film(ler) arayışındayım. Fakat 40. dakika itibari ile filmle vedalaştık. Asla böyle şeyler yapan biri değildim ama Netflix'e gelen yapımlar konusunda acımasızlaştım. Üçüncü bölümde dizi iptal eden televizyon kanalları gibi davranıyorum. 

* Son olarak bir de ara ara - hemşireme söz verdiğim için- Kübra izliyorum. Şeref ve namusum üzerine yemin etmişim gibi davrandığım için izlemeye devam ediyorum yoksa çoktan bırakmıştım. 

2 Şubat 2024

Hafta #3-4: Frankelda's Book of Spooks + Mr. Monk

Aslında bu yazıyı geçtiğimiz Pazartesi akşamı yayınlamayı hedeflemiştim ama iki haftadır yazı yazacak vakit bulamadım. Bu da yetmezmiş gibi dizi/film izleyecek vaktim de pek olmadı. Dolayısıyla son iki haftada izlediklerimi birleştiren bir yazıyla karşına çıkıyorum sevgili okur. Umarım yokluğumda dünyan dönmeye devam etmiştir.


Geçen hafta bayılarak izlediğim ve muhtemelen tüm sene övmelere doyamayacağım Frankelda's Book of Spooks'la başlıyorum sözlerime. HBO Max'in Meksika'dan renklerine kattığı, stop-motion tekniğiyle çekilmiş bu mini animasyon dizi (sadece beş bölümden oluşuyor) radarıma tesadüfen girdi. Ekim 2021'de Latin Amerika ülkelerinde gösterime girdikten tam iki sene sonra Kuzey Amerika sahnesine çıkan (bundan sonra kısaca) Frankelda, düşük doz hayaletli-canavarlı hikayeler dinlemeyi sevenlerin beğeneceği bir iş. Dizinin kahramanı Frankelda bir hayalet-yazar (ghostwriter). Her bölüm, Procustes ismindeki canavarı uykusundan uyandırma riskini göze alıp, Herneval adındaki büyülü defterinden seçtiği bir hikayeyi anlatıyor. Herneval de çenebaz bir şey. Canavardan deli gibi korkuyor ama bir yandan da onu uyutmayı başaran sihirli bir güce sahip. Bu arada Frankelda'ya da sürekli laf yetiştiriyor. Ama aralarındaki sözlü itişmeleri hep Frankelda kazanıyor ve Herneval'in tüm uyarılarına rağmen hikayesini anlatmaya başlıyor. Hikayelerin merkezinde kendine güvenmeyen, başkalarının yerine geçmek isteyen, alay edildiği için tutkuyla yaptığı hobisini bırakan, diğer bir deyişle toplumsal baskılara karşı koyamayarak "kendi olmaktan vazgeçen" çocuklar var. Frankelda hiçbir hikayede bizi mutlu sonla uğurlamıyor. Son bölümdeyse, korku hikayeleri yazarı Francisca İmelda'nın nasıl Frankelda'ya dönüştüğünü dinliyoruz. Böylece, Frankelda'nın anlatmayı seçtiği beş hikaye ile kendi yaşamı arasındaki bağı da öğreniyoruz. Bölümlerin son birkaç dakikası kamera arkası görüntülerine ayrılmış. Karakterlerin itina ile boyanan heykellerini, yönetmenin çekilecek plan için heykelin kolunu bacağını oynatarak ona hayat verişini, hikayenin geçtiği maketlerin yapımını vs. görüyorsunuz. Halloween'e saklamayı mı tercih edersiniz yoksa saklamadan mı izlersiniz bilmiyorum ama Frankelda'yı 2024 listenize eklemenizi tavsiye ediyorum. 


Bir diğer izlediğim yapımsa Mr. Monk's Last Case oldu. Monk serisine bir veda filmi çektiklerinden haberim yoktu. Ama görünce eski bir dostuma kavuşmuş gibi sevindim. Ne de olsa az mesai yapmadık kendisiyle. Hatta diziden aldığım gazla kütüphanede bulduğum bir-iki kitabını okumuştum. Tüm ekibi bir araya topladıklarını görmek sevindiriciydi. Herkes elbette oldukça yaşlanmış. Hikaye'de Randy ve Natalie eyalet dışına taşınmış, Stottlemeyer ise emekli olmuş. Monk'un hayatında sadece terapisti ve Trudy'nin kızı Molly kalmış. (Trudy'nin bir kızı olduğunu unutmuşum). Film, genç ve gelecek vadeden gazeteci Griffin Briggs'le evlilik aşamasındaki Molly'nin hikayesi ile açılıyor. Randy ve Natalie düğüne katılmak için Kaliforniya'ya geliyor. Fakat Griffin, düğünden birgün önce arkadaşlarıyla gittiği bungee jumping'de yere çakılıp ölünce ekibin bir araya gelişi farklı bir amaca hizmet etmeye başlıyor: Griffin'in katilini bulmak! Mr. Monk, manevi kızı Molly'nin hatırına, tüm eski "ekip arkadaşları" yanındayken son kez sahneye çıkmayı kabul edince olaylar gelişiyor. Film, Covid pandemisi ile dünyanın Monklaştığını vurguluyor. Sürekli ellerini dezenfekte etmek, titizlenmek pandemide yaygınlaştığından beri Monk'un eskiden norm dışı bulunan bu yüzden alay konusu olan kimi özellikleri norm haline gelmiş vaziyette. Dünyanın yaşadığı bu dönüşüm belli ki film fikrinin ortaya çıkmasına yol açmış. Film izleyiciye "Bakın, pandemi sonrası hepiniz biraz Monk oldunuz" diyor. Açıkçası, bu önermeyi yerinde bulsam da tamamen katıldığımı söyleyemeyeceğim. Zira Monk, ellerini sürekli wipe'la temizlemenin çok ötesinde normatif dünyayla uyumlanamayan bir karakterdi. İzlerken Monk'un uyumsuzluğunu örneklendiren kimi özelliklerinin törpülendiği hissine kapıldım. Buna ek olarak, filmin polisiye boyutu dizi standartlarının epey altında kalmış. Cinayetin nasıl işlendiğini tahmin etmenin hiç zor olmaması üstüne katilin kim olduğunu da bilmek büyüyü bozuyordu. Film, Mr. Monk ve ekibini özleyenlerin hasret gidermesi için birebir. Fakat amacınız iyi kotarılmış polisiye izlemekse tatmin edici gelmeyeceğini söyleyebilirim. 

Bunların dışında:

* Netflix'de Kore yapımı Mr. Slump izlemeye başladım. Her hafta 2 bölüm yayınlanıyor. Şimdilik iyi gibi.

* Netflix'e Ocak ayında gelen fakat pek reklamı yapılmayan Boy Swallows Universe izlemeye başladım. İkinci bölüm itibari ile izlemeyi bıraktım. Çok bilmiş çocuk karakter kotamı doldurmuş olmalıyım.  

* Amazon Prime dizilerinden Hizbin Hotel'in iki bölümünü izledim. Sarmadı, onunla da vedalaştık. 

A la semaine prochaine!

15 Ocak 2024

Hafta #2: Smothered + Fool Me Once

Ne oldu, nasıl oldu, anlamadım ama geçtiğimiz sene sonbaharın gelişiyle birlikte film/dizi izleme hevesim yandı bitti küle döndü. Sadece YouTube izlediğim ve ekranlardan uzak geçirdiğim aylardan sonra ilk ilgimi çeken yapım, The Story of Park's Marriage Contract oldu. Konusu geçen yaz Netflix'te izlediğim ve pek sevdiğim See You In My 19th Life'ı andırdığı için şans vereyim dedim, vermez olaydım. Juju adasına gittikleri ve sürüyle saçmalığın yaşandığı 7. bölüm (it took me seven effing episodes yes) yollarımızı ayırma vaktinin geldiğini anladım. Müessesimiz oldu bittiye getirilen senaryolara tepkili, sevgili okur. 

Bir umut yükseldiğim Kore semalarından yere çakılınca İngiltere yapımı Smothered'ı gözüme kestirdim. Günümüz Londra'sında geçen bir romantik komedi kendisi. Tom ve Sammy isimlerine sahip interracial bir çiftimiz var ama öyle değillermiş gibi davranıyorlar. Yani bu durumun bahsi bir kere bile geçmiyor. Birbirinden çok farklı iki karakterin aşkını anlatıyor dizi. Tom sade hayat yaşayan, işten eve evden işe giden bir adam. Sabahlar olmasın Sammy ise tam bir gece kuşu, party insanı. Bir gece -Tom'un zorla götürüldüğü- bir barda yolları kesişince hikayeleri başlıyor. Her biri 20-30 dakika arası değişen altı bölüm boyunca ikilinin ilişkilerinin adının konmasını, birbirlerine alışmasını, arada çıkan arızaları, birbirlerini kabullenmelerini izliyoruz. Dizi, "ilişkiler kolay olmak zorunda değil, bazıları too much work de olabilir" mesajıyla bitiyor. Hikayede "norm dışı" diyebileceğimiz birçok karaktere temsiliyet verilmiş fakat senaryo "renk körlüğü" stratejisi güdüyor. Diğer bir ifadeyle karakterlere temsiliyet verirken içinde bulundukları toplumsal yapının onları norm dışı görmesine yönelik hiçbir söz söylemiyor. Tüm ötekileştirilmelerin aşıldığı "ötekileşmeler-üstü harikalar diyarı" sunuyor. Öte yandan dizideki oyunculuklar iyi, senaryodaki kimi diyaloglar da esprili, bölümlerin süresi kısa. Modern dating hikayelerini sevenlerin ilgisini çekebilir. 



Haftayı Netflix'in şu aralar pek popüler olan ama büyük ihtimalle birkaç aya ("ay mı?" dediğinizi duyar gibiyim) unutacağımız yapımı Fool Me Once'la kapattım. New York Times çok satanlar gediklisi ve belli ki Netfix'in her başı sıkıştığında kitabını uyarladığı Amerikalı yazar Harlan Coben'ın 2016'da yayımlanmış romanından uyarlanmış. Polisiye/gizem türündeki dizide, Special Ops biriminde helikopter pilotuyken (sivilleri katlettiği için) ordudan atılan Maya, farklı zamanlarda ama peş peşe öldürülen kocası Joe ile kızkardeşinin katillerinin peşine düşüyor. Cinayetleri bir yandan Maya diğer yandan gedikli polis dedektifi Sami araştırıyor. Sami'nin de peşinde geçmişin hayaletleri var. İki farklı koldan, aile sırlarıyla günümüz yolsuzluklarının ördüğü gizem perdesini aralamaya çalışıyorlar. Öncelikle temposu kimi yerlerde düşse (ve 1.5 hıza ışınlanmış olsam da) dizi genel olarak sürükleyiciydi. Şüpheyi hikayedeki farklı karakterlerin üzerine çekmeyi bir nebze başarmışlar. Hikaye bol şaşırtmacalı ve sürprizliydi. Tabii polisiye okumaya uzun süre ara verdiğim için paslanmış da olabilirim. Bu konuda müessesimiz garanti veremiyor. Belki siz şıp diye çözer ve Coben'a pabucunu ters giydirirsiniz. Bu arada başrol karaktere ısınamadığımı, travmatik geçmişinin hikayeye örülmekten ziyade yamanmış gibi durduğunu belirtmeden geçmeyeyim. Maya'nın aksine Sami'nin hikayesi, ana anlatıya iyi bağlanmıştı. Özetle, polisiye tutkunları diziye bir şans verebilir.  



Bunların dışında:

* BTS özlemimin depreştiği bir gün Jinny's Kitchen'a başladım. Birçok sahneyi sürekli geri alıp tekrar tekrar izlediğim için ilk bölümü bitiremedim. Ama kahramanlarımız Meksika'ya giriş yaptı. Heyecan dorukta! 

* BTS demişken Disney+'daki Behind The Star belgeselinin ilk üç bölümünü devirdim. Bitmesin diye yavaş yavaş izliyorum. Çok sevgi annecim!

* Bu aralar dönen Epstein tartışmalarından etkilenip Netflix'in Jeffrey Epstein: Filthy Rich belgeseline başladım. Aslında Netflix önerdi, hadi bir bölüm bakayım, dedim. Devam eder miyim emin değilim.   

Bitirirken:

Önümüzdeki hafta ne izleyeceğime henüz karar vermedim ama gözüme kestirdiğim bir-iki Netflix yapımı var. Afşin Kum'un romanından uyarlanan Büşra geliyormuş. Belki ona başlarım. Ne diyelim, kısmet bu işler.