2 Aralık 2010

Hangi Şehrin Kaderisin?

Adana'da doğmuş babam. Sonra İskenderun, Mersin, Urfa derken Bursa'da bulmuş kendini. Ardından da kayığı kıyıya bağladıkları Ankara. Lise ve üniversite Ankara'da. Sonra yüksek lisans için almış soluğu İstanbul'da. Okul biter bitmez dönmüş yine şehrine. Devlet kurumlarında çalışmak o yıllar çok revaçta. Sınava girdiği ilk kurum "kazandın" demiş. "Bir şartımız var ama. İstanbul'a gideceksin." O saniye vazgeçmiş bizimki. Hevesle sınav sonucunu bekleyen babasına "İstanbul'a git dediler, reddettim" demiş. Bir gün gazetede başka bir ilan görmüş babası. "Oğlum demiş, bir de bunda dene şansını. Hem bak bu Ankara'da." Gitmiş sınava girmiş babam. "Kazandın," demişler "gel başla." Gitmiş. Başlamış orada çalışmaya. Ortama tam alışmak üzereyken toplamışlar göreve yeni başlayan ekibi. "Sen-sen İzmir'e, sen-sen İstanbul'a" deyip dağıtmışlar herkesi. Bizimkinin şansına İstanbul düşmüş. Belli ki İstanbul hep çağırmış onu da, bizimki anca o gün çağrıya yenik düşmüş. Tası tarağı toplamış gitmiş İstanbul'a. Baba ocağından gidiş o gidiş. Bir daha dönmemiş Ankara'ya.

Bugün Aşk Tesadüfleri Sever filminin fragmanında kızı İstanbul'a giden anne "İstanbul'a gidip Ankara'ya dönen duydun mu sen hiç" diye sorunca babamın hikayesi düşüyor aklıma. Bir de son zamanlarda düşüne düşüne kukumav kuşu kesildiğim mesele. Şehirler kaderimiz değil, asıl biz şehirlerin kaderiyiz. Onlar kaderlerine kim düştüyse onu yanına çağırıyor.

3 Kasım 2010

The Secret Life of Bees

The Secret Life of Bees
Sue Monk Kidd
Penguin Books
2002


Sanırım şu aralar en sıkılmadan yaptığım şey Writing for Publication dersi için düzenli olarak fiction okumak. Tek sorun yazın uça coşa aldığım Türkçe kitapları okuyamıyor olmam. Kütüphanenin rafından melül melül bana bakıyorlar; ben de "Tatile girince sizinle ilgileneceğim kuzucuklarım" temalı en Adile Teyze bakışımla yanıtlıyorum onları. Bunun dışında İngilizce kitap okumakla ilgili bir derdim yok. Hatta dersin hocasının dediğine göre yazı yazmamıza etkisi çok büyük olacakmış düzenli İngilizce roman okumanın. Göreceğiz.

Ders için en son okuduğum kitap The Secret Life of Bees oldu. Bundan önce The Virgin Suicides'la intiharın eşiğine geldiğim için midir bilmiyorum bu kitabı çok sevdim. Hatta bir keresinde metronun son durağa geldiğini fark etmedim. Bir anda sessizlik oluşunca etrafta durumun farkına vardım. O derece kendimi kaybetmişim okurken.

The Secret Life of Bees (Türkçe'ye Arıların Gizli Yaşamı diye çevrilmiş ve Klan Yayınlarından çıkmış) uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Aslında hakkında çok fazla bir bilgim yoktu. Herhangi biri de önermemişti ama ismi çok cazip geliyordu. Arılardan çok da hazetmeyen bir insan olarak başladım okumaya.

Romanda olaylar 1964 senesinde Güney Carolina'da geçiyor. Yani beyaz-siyah ayrımının en can acıtıcı şekilde yaşandığı Güney'de, tam da Yurttaş Hakları Kanunu'nun (Civil Rights Act) imzalandığı 1964 senesinde yaşanıyor. Kamusal alanda tam bir siyah-beyaz ayrımının yaşandığı bir Amerika'dan bahsediyoruz. Sadece mahallelerin, okulların, sinema salonlarının, otobüs koltuklarının, lokanta-cafelerin değil, kiliselerin, mezarlıkların, kısacası dinin bile beyaz-siyah diye ayrıldığı bir dönem yaşanıyor Amerika'da. Siyahlara karşı ayrımcılığa hukuksal zemin kazandıran Jim Crow kanunlarının sonuna gelindiğini müjdeleyen bir dönem bu aynı zamanda. Kökü köleliğe dayanan siyah halkın, uğradığı sistematik haksızlıklara/ayrımcılığa/hukuksuzluğa karşı mücadele verdiği, bu uğurda öldüğü öldürüldüğü ama değişimi umutla beklediği, kısacası Amerikan tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisindeyiz romanda.

Romanda çok fazla karakter yok. Emrah Serbes'in romanlarında yaşadığım "haydaa bu kimdi şimdi" gibi sıkıntılar hiç yaşamadım. Benim gibi balık hafızalılar için epey ideal bir kitap. Romandaki ana karakter 14 yaşındaki ergen kardeşimiz Lily Owens. Lily'nin psikopattan hallice babası T. Ray, ev işlerine ve Lily'e bakan Rosaleen, Tiburon'da yaşayan üç kızkardeş: May, June ve August Boatwright, June'un yavuklusu Neil ve arıcılıkta August'a yardım eden Zack. Evet hepi topu bu kadar olan karakterle (dışkapının dışmandalı kadrosundan karşımıza çıkan birkaç tipleme hariç) yaşanan olaylar zincirini anlatıyor kitap.

Lily 14 yaşında, çok küçük yaşta annesini kaybetmiş, babası ve ona bakan siyahi dadısı Rosaleen'le birlikte yaşayan bir kız çocuğu. Babası Lily'e anlamadığımız bir nedenden ötürü hep kötü davranıyor. İşkence sayılacabilecek cezalar veriyor. Bir gün Rosaleen'in başı ırkçı beyazlarla belaya girince Lily çareyi Rosaleen'i de yanına katıp kaçmakta buluyor. Elinde annesinden kalma, arkasında Tiburon, South Carolina yazan bir Black Madonna resmi var. Annesinden geriye kalan izleri sürmek üzere Tiburon'a gidiyorlar Rosaleen'le. Yolları arıcılıkla uğraşan üç kızkardeşle kesişiyor bu küçük kasabada. May, June ve August Boatwright şahsınamünhasır üç siyahi kadın. Lily, arıcılığın, evin dört bir tarafından fışkıran arı balının, ilk aşkın, siyah tenli bir dünyanın tam ortasında annesinin geçmişine dair izleri sürerken, okuyucuya Lily'nin hayatındaki bu dört kadınla evrilen, değişen, gelişen ilişkisini izlemek düşüyor.

The Secret Life of Bees kitabını birçok nedenden ötürü beğendim. Öncelikle kitabın geçtiği tarih daha önce de belirttiğim gibi sorunlu, yaralı bir dönemi mercek altına alıyor. Siyah olmanın hiç kolay olmadığı bir dünyada dimdik ayakta durmayı başaran güçlü dört siyahi kadının hikayesinin Lily'nin kurduğu ilişkiler üzerinden aktarımı çok başarılı. Bol bol dini referanslara başvuran kitapta güçlü dini figür tahmin edileceğinin aksine İsa değil, Meryem Ana. Hem de siyah bir Meryem Ana.

Kitapta vurgulanan bir diğer hadise annelik kavramına yaklaşım. Ebeveyn sevgisinden mahrum büyümüş bir çocuğun, hiç çocuk sahibi olmamış dört kadın tarafından sanki öz kızlarıymışcasına sevilmesi güzel bir tezat olmuş. Ayrıca anneliğe yapılan gönderme, bir çocuğu sevmek için biyolojik bir bağa ihtiyaç duyulamayacağı vurgusu da oldukça önemli.

Lily'nin annesi hariç - ki kendisi bir beyaz- romanda bahsi geçen bütün karakterler çok güçlü. "August ve June'un güçlülüğü su götürmez, ama May ve Rosaleen?" diye sorulacak olursa şöyle izah edebilirim. Rosaleen beyazların karşısında başını eğmeyecek kadar güçlü. Başı belaya girdiğinde Lily özür dilemesi için yalvarırken Rosaleen'in asla boyun eğmemesi, dayağı hatta ölümü bile göze alması onun güçlü yanları. May ile tam da bu ölebilecek kadar güçlü olma noktasında benzeşiyorlar.

Kitabın bir diğer güçlü yanı caregiver'ın siyah kadınlar olması. Belki çok fazla mana yüklüyorum bu siyah-beyaz ilişkilerine ama bir nevi white (wo)man's burden hikayesi yaşanmıyor burada. Bir de tabi Lily karakteri üzerinden siyah ırk-beyaz ırk ilişkisi sorgulanıyor. Lily her ne kadar ırkçı bir çevrede büyümüş de olsa karşı ırka karşı nefret beslemiyor. En büyük sebebi Rosaleen olmalı. Rosaleen'e olan sevgisi, onunla olan ilişkisi siyahilere karşı olan tutumuna da yansıyor. Her ne kadar nefret etmese de Lily'nin siyahi ırktan olanları kendisi ile bir tutmadığı aşikar. Yani Rosaleen'i seviyor ama geğirdiği zaman ondan utanıyor. Keşke biraz daha kültürlü olsa diyor. August'la karşılaştığında şaşırıyor çünkü siyahi bir kadının bu kadar kültürlü olmasını hiç beklemiyor.

Kitapta sevmediğim tek şey Lily'nin babasının bu kadar muğlak yazılmış olması. Çok sığ işlenmiş bir karakter T. Ray. Lily'i neden sevmediğini sonlara doğru biraz anlıyoruz ama aslında tam olarak da anlamıyoruz. Olanlardan Lily'i mi sorumlu tutuyor? Yoksa annesini hatırlattığı için mi kızını sevmiyor? Bir de kitabın sonunda babanın verdiği karar bana çizilen T. Ray karakterine uymamış gibi geldi.

Bu tarz, insan ilişkileri üzerine kurulu kitaplardan hoşlanmıyorsanız the Secret Life of Bees kesinlikle size göre değil. Ama bu tür anlatımları seviyorsanız, bir de üstüne 1960'ların Amerikasında yaşanan ayrımcı siyah-beyaz ilişkisine dair fikir sahibi olmayı arzu ediyorsanız doğru adrestesiniz.

18 Ekim 2010

Gündelik Lakırdılar

Ne zamandır blogun adresini değiştirmek istiyordum. Adresi alırken yaratıcılığımın doruklarında olduğum için iki adımın ilk hecelerinden bir adres uydurmuştum: zeysel.blogspot.com diye. O an düzgün bir şey gelmemiş işte aklıma ne yapayım? Sonraları hiçbir anlamı olmayan ve hiçbir şey ifade etmeyen bu heceler birleşkesinden hoşlanmamaya başladım. An itibari ile de değiştirmiş bulunuyorum. Bundan sonra blogumun adresi: gundeliklakirdilar.blogspot.com olacak. Yurdun dört bir yanında, yurtdışı temsilciliklerinde ve yavru vatan Kıbrıs'ta şenliklerle kutlanacak bu gelişme için devlet büyüklerinden gelecek tebrik mesajlarını burada yayınlayacağım. Ana haber bültenlerinde yer alacak videoları ve gazete küpürlerini de çok yakında burada görebileceksiniz.

Kampanya sloganımız: Sadece Adresi Değişti!

Gündeliklakırdılar vatana millete hayırlı olsun!

Not1: A Midsummer Night's Dream ismine dokunmaya şimdilik kıyamadım. Biraz absurd durmuş olabilir ama I'll take one step at a time.

Not2: Bu arada bugün benden rol çalan Radikal gazetesini şiddetle kınadığımı siz sevgili okurlara bildirmeyi bir borç bilirim.

16 Eylül 2010

Behzat'a Behçet diye diye..

Adamın adı Behzat Ç. Neden bıkmadan usanmadan Behçet dedim bilmiyorum. Hayır tanıdığım herhangi bir Behçet de yok. Zaten tanıdık bir Behçet bulma ihtimalim epey düşük olmalı. En son Behçet ismi verilen çocuk 1930larda filan doğmuştur diye düşünüyorum. Nedense Behçet ismi, içinde ancak şöyle bir cümle geçen romanda karşıma çıkar gibi geliyor: "Behçet ince hastalıktan öldü geçtiğimiz yıl". Behçet ve ince hastalık. Yani sanki Behçet ismindekiler mutlaka ince hastalığa tutulur gibi. Nasıl Muniseler hep çok iyi sırdaşsa Nerimanlar hep kötü kadınsa, Behçetler de ince hastalık kurbanı. Bilmem anlatabildim mi? (Agresif yazar)

Asıl konuya geri dönüyorum.

Bu yazki İstanbul seferinde aldığım kitaplardan ikisi: Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat. Bundan birkaç sene önce bir arkadaşım "Sen kesin seversin. Mutlaka al oku. Adı Her Temas İz Bırakır" demişti. O zaman alıp okuyamamıştım, bu zamana kısmetmiş. Öncelikle sonda söyleyeceğim şeyi başta söyliyeyim: İki kitabı da ayrı ayrı çok beğendim.

Kitabın başlığında her ne kadar "Bir Ankara Polisiyesi" yazsa da alalade cinayetler değil işlenenler. Siyasi meseleler. Yani suya sabuna dokunmayan kitaplar değil. İkisinin de yaşadığımız toplumla ilgili belli dertleri, hesaplaşmaları var. Stieg Larsson'ın serisini sevmem de buna benzer bir nedene dayanıyor. Bir cinayeti anlatırken göz ardı edilen, hiç konuşulmayan, hatta örtbas edilen meselelere el atıyorlar.

Aslında cinayet iki kitapta da ön planda değil. Gayet de geri planda. Asıl ön planda olan karakterlerin kendileri. Behzat Ç. yarı kaçık yarı babacan bir komiser. Eşinden ayrılalı uzun zaman olmuş. Kızı ile ciddi sorunları var. İnsanı fazla şaşırtmayan bir karakter aslında. Şaşırtmamasından kastım tanıdık bildik olması. Ne hafif babacanlığı ne de yarı kaçıklığı bana enteresan geldi. Başta biraz kıldım aslında Behzat Ç.'ye. Sonra sonra geçti. Yine de romanlardaki en favori karakterim olmadı hiç bir zaman. Aslında kurgunun belkemiğini oluşturuyor ama Emrah Serbes öyle ilginç yan karakterler yaratmış ki - mesela Harun gibi, mesela Şule gibi (Benim kim olduğum seni hiç ilgilendirmez. Şule, Jale, Berna ya da Selma ne fark eder?)- Behzat Ç.'yi zaman zaman gölgede bırakıyorlar. Hani "Behzatçığım (dikkat edersen Behçet de demedim) sen iki gez dolaş da biz şurada Şule ve Harun'la biraz takılalım" durumları gibi.

Harun cinayet masasının en zıpır üyesi. Aynı zamanda en çabuk parlayanı. En gözüpeki. Aşık olduğu Eda, kendisiyle değil de ekipten Selim'le beraber olmak istediği için devamlı arıza çıkarıyor. Gereksiz yere kavgalar çıkarıyor. Sorgu odasında insanları itip kakıyor, hakaret ediyor, tehdit ediyor, korkutuyor. Küfrediyor. Öyle masal kitaplarında anlatılacak türde bir polis değil. Behzat Ç. de öyle. Onun da küfretme, kötü davranma, dayak atma konusunda Harun'dan aşağı kalır yanı yok. Zanlıları konuşturmak için bazen akla hayale gelmeyecek yöntemler deniyorlar.

Diğer karakterler Harun kadar derinlikli işlenmemiş. Akbaba deneyimli polis. Cinayetçi doğmuş öyle de ölecek. Hayalet ise adı üstünde gerçekten de bir hayalet. Kimi bulup sorguya getirmek gerekiyorsa Hayalet'e havale ediyorlar. Eliyle koymuş gibi alıp getiriyor. Şule karakteri serideki en favori karakterim. Hem komik, hem deli, hem lafları çat çat söylüyor, hem söylediği bütün laflar tak tak yerine oturuyor. Şule her zaman haklı. Kendi ismi ile ilgili söylediği şey de üzerinde düşünmeye değer aslında.

Diyaloglar çok başarılı. Hele küfürler konusunda elini sıkıp tebrik etmek isterim Serbes'i çünkü gerçekten çok yaratıcı. Enteresan bir şekilde iki kitabın da sonlarına doğru öyle güzel öyle esprili diyaloglar, sahneler vardı ki defalarca okudum. (Misal Cevdet!) Benim yüsek sesli gülüşmelerimden kitapları merak eden bizimçocuk ben bitirir bitirmez kitaplara el koydu.

Romanlarda en çok gözüme çarpan ve çok iyi işlenmiş meselelerden birisi Türkiye'de insanları ele geçirmiş olan "devletim kutsaldır, ona yamuk yapanı asla affetmem" mentalitesi. Türkiye'de devlet kutsal. Devlet asla hata yapmaz, masum insan öldürmez. Devlet asla kötülük yapmaz. Devlet hep önce gelir. Vatandaş hep ikincildir. Tabi bir diğer mesele de polis teşkilatının içindeki hiyerarşi. Güç dengesi(zliği). Terörle Mücadele denince akan suların durduğu bir kurum. Polisin polisten üstünlüğü. Bunun sağladığı tonlarca kolaylık. "Power tends to corrupt, absolute power corrupts absolutely" sözünü hatırlatacak bir vaziyet. Zaten bildiğiniz ama ülkenizde hiç seslendirilmeyen meselelere el atmaktan çekinmiyor Serbes.

İkinci kitabın başındaki alıntı ile roman arasında kurulan bağlantıyı da çok beğendiğimi söylemeden geçmeyeyim. Uzun lafı kısası polisiye türünü sevin sevmeyin, bir Emrah Serbes romanı mutlaka edinin.

20 Ağustos 2010

Günlük Okuyacak Yaşı Geçtim Mi?

11 saatlik uçak yolculuğu için kendime seçtiğim çıtır çerez kitaptı Pucca'nın Günlüğü. Kafamı yormayacak, eğlendirecek, sayfaları hoop hoop çevireceğim, sayesinde saatleri hoop hoop devireceğim kitaptı. Aslında kitabı satın almak gibi bir niyetim hiç olmadı ama "dizüstü edebiyatı" diye isim konulan "edebiyat" türünün ilk örneğini de merak ediyordum.

Kitabın ilk 10 sayfasından sonra "Ya kaç sayfa acaba bu kitap diye" sayfa sayısını kontrol etmeye başladım. 3oo küsür sayfa olduğunu görünce de eyvahladım zira sonrası da ilk 10 sayfa gibiyse okumak için bir miktar kendimi zorlamam gerekecek demekti bu durum.

Günlük okumanın bir yaşı var mı yok mu, ben o yaşı çoktan geçtim mi bilmiyorum. Küçükken (çiçeği burnunda ergenken demek daha doğru) İpek Ongun'un yazdığı "Bir Genç Kızın Gizli Defteri"ni defalarca okumuştum. Kitap kurdu Serra, Cüneyt'i seven Serra, lens takmak için doktora giden Serra, anne-babası ayrı Serra, ilk defa yurtdışına çıkan Serra... Ne çok sevmiştim ben Serra'yı. Ne çok şey bulmuştum onda kendime dair. Sonra devam romanlarını da yazdı İpek Ongun. Sanırım ben o dönemde epey büyümüştüm ve kendime gençlik romanı almayı, okumayı yakıştıramamıştım. Devam romanlarını okumamış olmam bu yüzden.

Mesele benim ergen hikayeleri okumuş olmaktan sıkılmam mı tam emin değilim. Neticede Serra'yı bugün okumaya kalksam neredeyse 10 yıllık bir yaş farkı girecek aramıza. Onun dertleri belki de bana çok çocukça gelecek. Ama Pucca öyle değil onunla topu topu 3-4 yaş farkımız var. Peki anlattığı hikaye neden bu kadar sıkıcı geldi?

Sanırım baş sorun düzgün bir kurgu olmaması. Olayların "bir sevgilim vardı şöyleydi. Sonra başka bir sevgili buldum böyleydi. Şöyle sevdik ama böyle ayrıldık. Sonra bir sevgilim daha oldu, eskisinin arkadaşı, o da böyleydi" çerçevesinde ilerlemesi.

İnsanların ya da Pucca gibi kurgu karakterlerin gündelik hayatlarında başlarına ne geldiğini bloglardan okumak ilginç olabilir. Blog yazıları, kendi içinde bir bütünlük arz etse de genel anlamda bir kurgunun varlığını gerektirmiyor. İçinden geldiği gibi yazıyor, anlatıyor insanlar. Ama blog-vari yazılar sürükleyici bir kurgu temelinin üzerine oturtulmamış bir kitap halinde okunduğunda olmuyor.

Kitabın kurgusu yok ama kadın-erkek eşitsizliğine dair başarılı tespitleri var. Aldatma üzerine, evlilik öncesi cinsel ilişki üzerine. Evlenmeden önce kadınları "yatağa atmaya çalışan" ama iş evliliğe geldiğinde "bakire" kadın (onlar kadın demez, kız der tabi) arayan iki yüzlü memleket erkekleri üzerine. Yalnız şöyle bir sorunu var Pucca'nın. Eleştirdiği klişeleri, kadınlar için kullandığı tabirlerle kendi yeniden üretiyor. Birçok erkekle birlikte olmuş bir kadın için "üzerinden araba geçmiş" ifadesini yazarsanız, eleştirdiğiniz tabirleri siz yeniden kullanıma sokmuş olursunuz.

Pucca'nın dili değişik. Evet çok küfür var. Ama derdim bu değil. Bir yerde kendini tekrarlamaya başlayan, ilk okunduğunda komik gelen ama sonra kabak tadı veren küfürlü espriler de değil. Çok küfür edilen bir ülkenin edebiyatında, sinemasında küfür olmalı zaten.

Kitaptaki imla hataları bir yerden sonra tahammül sınırımı aştı. Maliyeti ucuz olsun diye editör yardımı almadı mı yayınevi diye merak etmedim değil. Yayınevinin "sıkıldığınız kitaplardan çok farklı" iddiasına da takıldım. Hangi sıkıcı kitaplardan bahsediyorsun? Nasıl farklı? Blog yazarı olması dolayısıyla mı farklı? Neden bu kadar iddalı bir slogan kullanma ihtiyacı hissediyorsun? Kitabın kendini sattırmayacağını mı düşünüyorsun?

Popüler kültür ve kapitalizmin beraber dönen çarkları yine nereden nasıl para kazanılacağını bulmuş görünüyor. Şöhreti kalıcı olur mu bilinmez ama birden parlayıp zaman içinde unutulmak içinde yaşadığımız yüzyılın başa çıkılamaz yazgısı. Tüketim denilen şey de böyle bir şey aslında. Oynadığımız oyuncağı hevesimiz geçtikten sonra elimizden bırakıp yenilerini tüketmeye koyuluyoruz. Çünkü bizden istenen bu. Sorgusuz sualsiz. Eleştirisiz. Tüketip, bitirip, yok edip bir yenisine geçmemiz. Bizim tükettiğimizi başkalarının keşfetmesi ve düzenin böyle sürüp gitmesi. Elimizdeki şey kalıcı olursa nasıl tüketmeye devam edebiliriz?

Kitabı epey sıkılarak okuduğumu hemşireme söylediğimde "Sen Samihazinses'in kitabını okuma en iyisi" dedi. Hazinses de -yazdıklarını hemşiremden dinlediğim kadarıyla- günlük-vari yazılar yazıyor. Serinin üçüncü kitabını yazan HBBA ise öyle bir blogger değil. Nasıl bir kitap yazacağını, içeriğinin ne olacağını açıkçası epey merak ediyorum.

Not: İnternette kısa bir araştırma yapınca gördüm ki İpek Ongun'un Serra'sı epey büyümüş. Evlenmiş hatta bebeği bile olmuş. Türkiye'den gelecek ilk tanıdığa siparişlerim olacak!

29 Temmuz 2010

Bitirirken

İlk defa -kendime rağmen- yazabildiğim bir seyahat yazıları zincirinden sonra, ileride okumaktan, hatırlamaktan hoşlanacağımı düşündüğüm bir not yazmak istedim. Bu bloğun varoluş amacı aslen de bu. İleride dönüp baktığımda hatırlayacağım, tekrar okumaktan zevk alacağım notlar bırakmak. O zaman bunları düşünmüştün diye kendime hatırlatmak.

Florida seyahatinden çok keyif aldım ama hayatımın en güzel seyahatiydi demeyeceğim. Birlikte gittiğimiz her seyahat hep güzel oldu şimdiye kadar benim için. Bir haftalıklar da iki günlükler de... Bir de hemşiremle yaptığımız seyahatlerde çok eğlendim ben. Ya bavula sığmayan eşyalar yüzünden ya da satın almak istediği bir şeyi aldırmadığım için birbirimize girerdik genelde ama olsun. Şimdi üzerinden bunca zaman geçince o kavgaları hatırlamak bile güzel geliyor insana.

Ömrüm boyunca en çok özendiğim ve muhtemelen hep özeneceğim insanlar sırtlarına çantalarını, ellerine haritalarını alıp dünyayı gezmeye giden insanlar oldu. İnsanın bir yerlere gitmesi için paraya ihtiyacı var evet. Düşününce, herkes bir şeyler için biriktirmeye çalışıyor parasını. Bir şeyler tüketmek için. Hepimiz tüketerek yaşıyoruz bu bir gerçek. Kimi evindekilere yatırım yapıyor, kimi evlere yatırım yapıyor. Kimi de otobüs biletine, uçak koltuğuna, otel/hostel odalarına, yeni yerler keşfetmeye, yeni topraklar, kokular, tadlar bulmaya yatırıyor. İşte ben o son gruptan olan insanları seviyorum. Onları okumayı, onları dinlemeyi, onlarla tanışmayı seviyorum.

Mark Twain'in geçen gün karşıma çıkan sözüyle bitireyim en iyisi.

"Twenty years from now you will be more disappointed by the things you didn’t do than by the ones you did do. So throw off the bowlines, sail away from the safe harbor. Catch the trade winds in your sails. Explore. Dream. Discover."

Elimden geldiğince, hayat elverdiğince..

Key West, FL




Amerikan başkanlarının Key West
Truman Annex'de de Beyaz Sarayı var.

Key West'i sevdim. Hem de çok. Amerika kıtasında olup da Amerika'ya hiç benzememesinden dolayı herhalde. Küçük bir tatil kasabası burası. Farklı bir havası var. Sokaklar kaldırımda yürüyen, Vespaları ile gezen insanlarla dolu. Şehir merkezinde her yer yürüme mesafesinde. Duval St. şehrin en cıvıl cıvıl caddesi. Bir sürü restoran, cafe, bar, hediyelik eşya dükkanı, giyim dükkanı ve sanat atölyeleri toplanmış üzerinde. Key West'in Miami'den tek farkı hayat 24 saat akmıyor burada. Sabaha kadar açık barlar, restoranlar var ama bir kısmı daha saat 8 olmadan indiriveriyorlar kepenklerini. İki gece kalırız diye çıktık yola ama çok beğenince bir gece daha kalmaya karar verdik.

Denize girilecek birkaç plajı var ama biz kaldığımız iki otel sahibine de sorduk, ikisi de "biz kendimiz de buraya gidiyoruz" diyerek Fort Zachary Taylor State Park'a yönlendirdiler bizi. Parka girdikten sonra yol üçe ayrılıyor. İlk yol Fort Zachary Taylor'a, yani kaleye gidiyor. İkinci yol günbatımı izlemeye ve balık tutmaya ayrılan yere gidiyor. Üçüncü ve son yol ise plajın otoparkına gidiyor. Otoparktan plaja yürürken ormanlık bir alanın içinden geçiyorsunuz. Etrafta bir sürü piknik masası var. Denizi epey taşlı. Plajın en sağındaki koyun orada taş miktarı nispeten daha az. Deniz çok güzel. Duru, mavi, sakin bir su. Denizde, kıyıya yakın üç tane küçük kayalık var. Kayaların dibinde birbirinden güzel okyanus balıkları yaşıyor. Kayalıklardan birinde öyle güzel bir nokta bulmuştum ki, ben suyun içinde kayanın üzerinde oturuyordum, yanımdan sergeant major başta olmak üzere farklı renk ve desende balıklar geçiyordu. Tabi ki yine balık diye deli olduk ve gözümüzde gözlük birlikte kayaların etrafında tur attık.

Sunset

Farewell to Sun

Key West'in bir özelliği güneşin denizden batması. Mallory Square'de her günbatımı insanlar toplanıyor ve güneşin batışını bekliyor. Gerçi Mallory Sq.'in tam karşısına küçük bir ada denk geldiği için güneşin denizden batışını göremiyorsunuz. Ama gökyüzünün ve denizin büründüğü renkler harikulade. Etrafta gösteri yapan insanlar, onların çevresinde de geniş kalabalıklar oluyor. O kalabalık sonra nereye gidiyor bilmiyorum ama güneş battıktan sonra ortalık tenhalaşıyor, o insan selinin yerinde yeller esiyor, geriye oturmuş denizi izleyen tek tük birileri kalıyor.

Key West sadece denize gidelim, serilelim, güneşlenelim mekanı değil. Miami biraz öyle bir yer ama Key West'te deniz dışında ilgi çekici şeyler de var. Mesela Mallory Sq. civarındaki Key West Museum of Art and History. Biz bu müzeyi gezmeye niyetlendiğimizde sahilden akın akın insan geldiğini fark ettik. O sabah yanaşan cruise gemisiden inen insanlar sahili yalayıp yutan dalgalar misali sehrin icine akın ettiler. Bir müzeyi çok kalabalıkken gezmek pek zevk alınacak bir durum değil. Neyse ki kalabalık müzenin içine henüz akmaya başlamışken biz çıkış çizgisine varmıştık. Müzeye gelince: Eski (ve çok güzel) Key West gümrük binasında bulunan müzenin giriş katında heykeltraş Seward Johnson'ın sergisi Icons bulunuyor. Johnson ikonlaştığını düşündüğü tabloların ve fotoğrafların heykelini yapmış.






Müzenin ikinci katı daha çok Key West'in tarihini anlatmaya yönelik hazırlanmış. Key West'li sanatçı Mario Sanchez'in önce tahtayı oyup ardından boyayarak hazırladığı tabloların (wood paintings) sergilendiği bir oda var. (Mario Sanchez'in babası sigara fabrikasında tütün saran işçilere kitap ve gazete okuyarak geçimini sağlarmış. Bana epey ilginç gelmişti.)



Küba'ya yerleşmeden önce bir müddet Key West'te yaşamış Ernest Hemingway'in hayat hikayesinin anlatıldığı ve eşyalarının sergilendiği bir bölüm de var.



Johnson'ın müzenin bahçesine yerleştirilmiş pek çok heykeli de var. Müzenin girişinde devasa boyuttaki bu heykel heybetinden midir bilmiyorum ama epey etkileyici.





Heminway'in 907 Whitehead Street'teki evi görülmesi gereken bir diğer müze. Ben genişliği, bahçeye bakan/açılan ve tavandan yere kadar uzanan pencere/kapılarıyla oturma odasına vurulmuştum ki üst katı, özellikle evin üç tarafını dolaşan yeşil tahtalı balkonunu görünce iyice hayran kaldım. Bir de Hemingway'in kedilerinin soyundan geldiği iddia edilen kırk küsur kedi var bahçede.



Alert

Hemingway'in evinin tam karşısında Key West Denizfeneri var. Denizfenerinin en üst katına çıkıp Key West manzarası izlenebiliyormuş. Biz yapmadık. Açıkçası tepeden öyle ahım şahım güzel bir manzarası olan bir yer değil Key West. Dümdüz bir kasabacık. Sokaklarında dolaşmak tepeden bakmaktan çok daha keyifli olmalı.

Hemingway'in evinden birkaç sokak ötede Key West'in meşhur Southernmost Point - Continental USA - 90 Miles to Cuba yazan işareti bulunuyor. Epey kuyruk oluyor fotoğraf çektirmek için. Biz oradayken ısrarcı bir aile yok dikey çekin, hadi bir de yatay çekin, hadi bir de çocuklarımla çekin, hadi bir de kaynanam vs. ile çekin diye diye bekleyenlere kan kusturdu. Erken bir saatte gitmekte fayda var.



Key West'in gece hayatı çok canlı. Hemingway'in takıldığı Sloppy Joe's Bar her daim kalabalık. Ama bizim favorimiz Irish Kevin's Bar oldu. Hem canlı müzik var, hem çalınan şarkılar çok güzel, hem de "aman için içtikte için" diye insanı sıkıştırmıyorlar.

27 Temmuz 2010

Bahia Honda Key, FL



22
Bulutlara yolculuk

US1 Overseas Highway
Florida adalarını birbirine bağlayan "otoban"ın adı. Otoban dediğime bakmayın, tek yön gidiş-gelişi olan bir yoldan bahsediyorum. Adaları birbirine bağlayan bir sürü köprüden geçiyorsunuz. (Overseas kısmı burası) En uzunu 7 mil uzunluğundaki Seven Mile Bridge. 1982'de inşa edilen ve yaklaşık 11 km uzunluğundaki bu köprü Knight's Key ve Little Duck Key'i birbirine bağlıyor. Yeni köprünün hemen yanında eski köprü duruyor. Bu eski köprü Henry Flagler tarafından (bu ismi Florida'da çok sık duyuyorsunuz) 1909-12 arasında yaptırılan Florida demiryolunun önemli bir parçasını oluşturuyormuş bir zamanlar. Karayolu yapılana kadar (yaklaşık 70 sene) insanların kara üzerinden tek ulaşımı tren yolu olmuş.



Köprünün bitiminde Bahia Honda Key'e geçiyorsunuz ve karşınızda Bahia Honda State Park! Burada da snorkelling turları düzenleniyor, tekneler sizi alıp mercan kayalıklarına götürüyor ama bizim tek derdimiz -bahsedildiği kadar güzel olacağını umduğumuz- denizde yüzmek, Dünya Kupası finali başlamadan da gitmekti.

29

2-3 saatimiz vardı, önce biraz çevreyi turladık, karnımızı doyurduk, sonra da plajın yolunu tuttuk. Bahia Honda State Park'ta 3 plaj olduğunu okumuştum ama sadece 2 tanesini görebildim. İlki US1 yoluna bakan Calusa Beach, ikincisi Atlantiğin kıyısındaki Sandspur Beach. Calusa'da biraz dolanıp, fotoğraf çektikten sonra Sandspur'un yolunu tuttuk.

36
Calusa

Bahia Honda State Park
Sandspur plajına giderken

Sandspur tek kelimeyle muhteşem! Kumsalı bembeyaz, kumu yumuşacık, denizi turkuaz mavisi, sakin, gökyüzünde martılar.. O denizde ne kadar kaldığımızı hatırlamıyorum. Maske-snorkel yüzümüzde yine balık kovalıyorduk, birden yağmur başladı. Önce ne yapsak, denizde mi kalsak diye düşündük. Nasılsa yağıp geçecekti. Sonra baktık bizim kumsaldaki eşyalar ıslanma tehlikesi altında çıkmaya karar verdik. İyi de o nasıl bir yağmurdu öyle! Her damla canımı acıtıyordu. Koştura koştura çıktık (denizde ne kadar koşulabilirse tabi). Otoparkla kumsal arasında üstü kapalı, yanları açık, piknik masalarının olduğu bir yer vardı, diğer insanlar gibi onun altına sığındık. 15 dakika kadar bekledik herhalde onun altında. Sonra yağmur hafifledi, bir müddet sonra da durdu. Baktık maç saati yaklaşıyor, bize müsade deyip eşyaları arabaya taşımaya başladık. (Aslında bana kalsa maç filan izlemezdim, hatta salla gitmeyelim bile dedim ama bizim çocuk pek oralı olmadı).

46

Parktan çıkınca Park'taki görevlilere göre 10 dakika mesafedeki No Name Pub'ı aramaya başladık. Epey bir uğraştık bulmak için. Ara sokaklara girdik, kocaman ve güzel evlerin önünden geçtik. Big Pine Key'de aynı zamanda Deer Refuge Center bulunuyor. Her yerde aracınızı yavaş sürün işaretleri asılı. Birden karşımıza bir ceylan çıktı. Ona bakalım derken de No Name Pub'ı bulduk. Tamamen tesadüf. Burayı fellik fellik aramamızın nedeni kitapta ismi geçen tek barın burası olması ve "dünya kupası finali izlenmese bile her barda televizyon vardır" mantığıydı. Pub'ın tepesine astıkları tabelada "No Name Pub, You Found It" yazıyordu. Kendileri de farkındaydı yani ne abuk subuk bir yere dükkan açtıklarının. Barda bir adet televizyon vardı ve tabi ki finali izleyen eden yoktu. Neyse rica ettik, kanalı değiştirdiler. No Name Pub'ın bir özelliği barın tavanının ve duvarlarının 1 dolar banknotları ile kaplı olması. Kim nasıl başlatmış bu geleneği bilmiyorum ama her ziyarete gelen 1 dolar yapıştırmış duvara. 50 binle 70 bin arası banknot varmış dediklerine göre. Hepsinin de üzeri boyalı, yazılı, rengarenk. Geleneğe uyduk, biz de üzerinde isimlerimizin yazdığı bir banknot astık duvara. Bu aşağıdaki banknot Key West'teki Irish Kevin's Bar'dan birilerine ait.

49

Maçın iki devresine zor dayandık. Bitti bitecek derken iş uzatmalara kalınca daha fazla dayanamayıp ayrıldık ordan. Çok uzun bir yolumuz kalmamıştı ama bir an önce Key West'e varmak istiyorduk artık.

26 Temmuz 2010

Key Largo, FL





Key Largo, güneybatıya doğru kıvrılan Florida takımadalarının ilki. Miami'ye en yakın olan ada. Lonely Planet'ı hatmederken bu bölgede mercan kayalıkları bulunduğunu, John Pennekamp State Park'tan scuba diving ve snorkelling turları düzenlendiğini okumuştum. Suyun altına dalmak nefesimi tutup 10 bilemedin 15 saniye kadar denizin içinden yüzmek demek benim için. Sırtına tüp takmak, beline ağırlık bağlamak, bilmemkaç metre derinlere inmek gibi şeylerle hiç işim olmadı bugüne değin. Kitapta mercan kayalıklarını, burada yüzen okyanus balıklarını ve denizin altına yerleştirilmiş İsa heykelini snorkelle de görebileceğimizi okuyunca iştahım kabardı ve bu sualtı parkını plana dahil ettik.

John Pennekamp US1 Overseas Highway'de güney yönüne doğru giderken sol tarafta kalıyor. Ufak bir plajı var. Denizin girişi biraz taşlı. Snorkel ve maskenizle yüzmenizi tavsiye ederim çünkü denizin derinleştiği yerde batık bir gemi var. Park'ın en önemli olayı mercan kayalıklarına düzenlenen turlar. Sabah saat 9, öğlen 12 ve öğleden sonra 3 olmak üzere günde üç sefer düzenleniyor. Her tur saatinde (benim sayabildiğim) 4 tekne yolcu alıp kalkıyor. Yani turlarda yer bulamamak gibi bir durum pek söz konusu değil. Tekneler epey büyük.

Teknede 2 görevli vardı. İkisi de esprili amcalardı. Tekneye binerken herkese can yeleği dağıttılar ve yeleksiz suya giremeyeceğimizi söylediler. Bir tanesi "Aranızda iyi yüzücü olmayan var mı?" diye sordu. Kimse parmak kaldırmadı tabi. Bunun üzerine "Birazdan anlayacağız kim iyi yüzücü kim değil" dedi gülerek. Kıyıdan 5-6 mil açıldık. Akıntıya karşı yüzeceğimizi anlattılar. (Burada vurgulanması gereken bir nokta, paletler. Paletsiz o güçlü akıntıya karşı yüzmek neredeyse imkansız olurdu) Görevlilerden biri kimsenin tek başına yüzmesine izin vermeyeceklerini, herkesin eşli yüzmesi gerektiğini söyledi. Mercan kayalıklarına basmanın, dokunmanın yasak olduğunu anlattılar. (Tur bitiminde kayalıklar nedeniyle kimseye bağırmak zorunda kalmadıkları için bize teşekkür ettiler. Çok iyi bir ekipmişiz!)





Bütün bu uyarı bilgilerini dinledikten sonra maskeyi-snorkeli geçirdik kafamıza, paletleri taktık ayağımıza, kendimizi bıraktık suya. İlk başta bir tekne dolusu insanla aynı yöne aynı anda yüzmeye çalışmak hiç hoşuma gitmedi. Herkes Christ of the Abyss heykeline doğru yüzmeye başladı. Tekneden çok uzakta değildi heykel. Daha önce fotoğraflarını görmüş, sualtı videosunu izlemiştim ama kendisi ile karşılaşmak farklı bir şeymiş. Siz tam tepesinde maske ile yüzerken aşağıda kollarını yukarı doğru uzatmış, iki yana açmış bir heykel, kimin heykeli olduğu çok da önemli değil bu noktada, epey etkileyeci bir görüntü oluşturuyor. Heykelin çevresinde biraz vakit geçirdikten sonra mercan kayalıklarına doğru yüzdük bizim çocukla. Altımızdan binbir çeşit balık geçti. Hiç balık ismi bilmediğimiz için (Key West'te gördüğüm her balığın ismini bıkmadan sabırla söyleyen Amerikalı amca ile de karşılaşmamıştım henüz) suyun yüzeyinde tasvire dayalı konuşmalar oluyordu:

- Bir balık gördüm bööyle alt kısmı turuncu, üst kısmı kahverengi, sen de gördün mü?

Bu arada teknede sıkı sıkı tembihlediler heykelin ellerinden başka bir yerine dokunmayın diye. Adını anlayamadığım bir canlı sarmış üzerini. Görevli şöyle dedi hatta: "If you touch it, you'll have your own religious experience". Ben dokunmaya hiç niyetli değildim zaten ama biraz yakından bakayım diye dalacak oldum, kulaklarım basınçtan patlayacak gibi oldu. Meğerse vücuttaki basıncı eşitlemenin bir taktiği varmış. Sonradan öğrendim.



Tekneye çıkınca öğrendik ki bir kısım insan barracuda görmüş. Biz birbirimize bakıp "barracuda ne yahu" bakışı attık bunu duyunca. Sonra odaya dönünce internette baktım, öğrendim. Barracuda mercan kayalıklarında beslenen yırtıcı bir balıkmış. İnsanlara çok nadir saldırırmış ama yaralar ölümcül olmazmış. Bir daha rastlarsam tanırım ve olay mahalinden hızla kaçarım artık.

Tur 2.5 saat sürüyor gitmesi gelmesi toplam 1 saat, geri kalan 1.5 saatte de yüzüyorsunuz. O balık senin bu balık benim derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Teknede dönüş yolunda görevli amcalardan birisi kampta dalış eğitimi verdiklerini söyledi ve "Balıklarla göz göze gelmek inanın çok daha keyifli" dedi. Sonra Key West'in sığ kayalıklarında snorkel ve maskeyle yüzerken balıklarla göz göze gelince bahsettiği şeyin ne olduğunu anladım. Gözünüzün önünden süzülerek geçen bir balığı izlemek tarifi zor bir duygu. Sizi görmesine rağmen kaçmadan burnunuzun dibine kadar sokulması, sanki akvaryuma başınızı sokmuşssunuz hissiyatı... Dediğim gibi tarifi zor.. Denizin altındaki yaşam büyüleyici güzellikte. Sadece bu kadarını diyeyim.

O gece Key Largo'da kalıp (Key Largo'da hiçbir şey yok bu arada. Hayat yok. Şehir merkezi gibi birşey bile yok. Genelde her sabah tekne ile dalışa gidenler ya da bizim gibi yol üstünde bir gece konaklayanlar tercih ediyor) ertesi gün Key West'e doğru yola çıktık. Planımıza göre önce Bahia Honda State Park'a uğrayacak (LP'de çok güzel kumsalı var diye yazıyordu) ardından Dünya Kupası finalini izlemek için bir barda duracak, akşamüzeri de Key West'e varacaktık.

Not: Görsellerin hiçbiri bana ait değildir.
Not 2: Son görseldeki balıkların adı Sergeant Major. Adını öğrendiğim ilk balık türü onlar oldu.

25 Temmuz 2010

South Beach, FL



Bir haftanızı South Beach'te geçirecekseniz araba kiralamanıza hiç gerek yok, bir taksiye atlayıp otelin yolunu tutun ama bizim gibi 100 küsür mil yol yapacaksanız (gidiş dönüş 300 mil civarı) evet bir araba lazım. Miami havaalanında bütün araba kiralama şirketlerini bir araya toplamışlar. Havaalanından geçen bir shuttle'a biniyorsunuz, o sizi şirketlerin bulunduğu binaya getiriyor. Arabanızı alıp çıkıyorsunuz havaalanından. Eğer daha önce ABD'de hiç araba kullanmadıysanız, yol çıkışlarına vs. hiç aşinalığınız yoksa, ya da yanınızda GPS'i olan bir telefon -Iphone, Blackberry, vs.- bulunmuyorsa bir GPS aleti kiralamak elzem.

Bizim yanımızda hem telefon vardı, hem de havaalanından otele nasıl gideceğimize Googlemaps'ten bakmıştık. Hatta bakmakla kalmayıp çıktısını almıştık. Türkiye'de ne kadar işe yarıyor, ne kadar kullanılıyor bilmiyorum ama Googlemaps burada bizim hayatımızda önemli bir yer teşkil ediyor. Sadece şehir dışına gitmek için de değil. Manhattan'da gidilecek bir yer için bile kullanıyorum. Hangi trenle gidicem, kaçta aktarma yapıcam, vs. gibi şeyleri zırt diye görüyorum. Hayat kurtarıcı bir şey.

Biz aldık arabayı, elimizde çıktılarımız, düştük yola. Havaalanından Miami South Beach'e gitmek çok kolay, yarım saat bile sürmüyor. Miami Beach aslında ayrı bir şehir. İnce, uzun bir ada. Upuzun bir kumsalı var. En hareketli kısmı güney kısmı. Ocean Drive üzerinde sıralanmış otellerin bulunduğu kaldırım her daim kalabalık. Ocean Drive'ın bir paraleli Collins Avenue yan yana dizili sürüyle otelle dolu. Otellerin çoğu Türkiye'deki pansiyona denk gelecek kıvamdalar. Bizim kaldığımız iki otel de öyleydi. Kalite anlamında çok bir beklentimiz olmadan gittik, o yüzden sanırım fazla hayal kırıklığına uğramadık.

Lonely Planet gidilecek birkaç müze sıralamıştı ama South Beach'te sadece sahilde ve sokaklarda zaman geçirdik. Kapalı hiçbir mekana girmedik (restoranlar hariç).

South Beach'le ilgili ufak bilgiler:

* Upuzun kumsalı, bembeyaz kumu, turkuaz mavisi bir denizi var. Kum/kumsal kısmı doğal güzellik değil. Zamanında ithal ettikleri beyaz kumu yığmışlar sahile. Bir nevi bu plajı kendileri yapmışlar. İyi de etmişler aslında.

Footprints

* Akşamüzeri denizin üzeri yosun doluyor. Deniz epey sığ. Bayağı bir yürümek gerekiyor ki derinleşsin.

* Eğer uykunuza kıyabilirseniz bir sabahınızı güneşin doğuşunu izlemeye ayırın derim. Biz bir inatlaşma sonucu gittik. (Bizim çocuk uykucu olduğumu bildiği için "sen kalkamazsın" diyerek damarıma bastı. Neticesinde saati kurdum ve inadımdan kalktım) Güneş denizden doğuyor. Onun süzüle süzüle denizin üzerinde yükselişini izlemek bir başka güzelmiş.

Sunrise


* İlk gün kendimize bir deniz şemsiyesi satın aldık. Bizi bir hafta idare edecek uyduruk bir şey. Onun altında bile oturmaya dayanamıyordum ben sıcaklık yüzünden. Nerdeyse suyun içinden hiç çıkmadım. Bir de su öyle kendinizi atınca serinleyebileceğiniz bir su değil. Ilık bir su.


South Beach

* Ben yüzmekten yorulunca sırt üstü yatar, kulaklarımı suya sokar, gözlerimi gökyüzüne dikerim. Kollarımı iki yana açar, ya da bazen ellerimi başımın altında birleştirir (o zaman boynum ağrımaz) öyle yatarım. Denizi dinlerim. O kadar ilginç sesler gelir ki denizin altından. Üstteki seslerden daha güzeldir ayrıca. Bir keresinde yine böyle uzanmış denizi dinlerken üzerimden martılar uçtu. Nefis bir görüntüydü. South Beach denizi dinlemek için ideal sahillerden. Deniz -rüzgar yoksa- çok durgun olduğu için melül melül yatarken suratınızı yalayacak bir dalga çıkagelmiyor uzaklardan.

* South Beach'in Ocean Drive kadar hareketli bir sokağı daha var: Lincoln Road. Araç trafiğine kapalı bu sokak kafeler, restoranlar, dükkanlarla dolu. Burada tavsiye edeceğim bir yer Pizza Rustica. Tadı ev yapımı pizzalara benziyor. Dikdörtgen şeklinde kesilmiş geliyor pizzalar ve de fiyatlar ucuz. (Bizim çocuk olsa "fiyat-performans bakımından gayet uygun" der. Kendisi her Apple ürününü bu argümanla reddediyor zira.) Tavsiye edeceğim bir diğer yer Ghirardelli. Aslen İtalyan olan Domenico Ghirardelli'nin Peru'dan Amerika'ya taşıdığı çikolatalarının South Beach'teki adresi burası. Kafesinde oturmanıza gerek yok, külahta dondurmanızı alıp Lincoln Rd.'da turlamaya devam edebilirsiniz. Yalnız bir uyarı: Dondurmalar devasa büyüklüğünde.

* South Beach'te bir diğer hareketli yer Washington Avenue. Collins Avenue'nun paralelindeki bu caddede restoranlar, gece kulüpleri, dükkanlar vs. bulunuyor. Pizza Rustica'nın burada da bir şubesi var.

* "O kadar geldik, Küba mutfağından bir şeyler yemeden dönmek olmaz" diyorsanız iki tavsiye: Birincisi South Beach'teki David's Cafe. Collins Avenu üzerinde. İkincisi ise Miami'nin Little Havana bölgesindeki Islas Canarias.

* South Beach'te araba bir sorun çünkü park edecek yer bulmak tam bir dert. Birçok otel paralı vale servisi sunuyor. Ama onlar biraz pahalıya park ediyorlar. Hem Collins hem de Washington Avenue üzerinde otoparklar mevcut. Gidip pazarlık yaparsanız uygun bir fiyat kopartıyorsunuz.

İki gecelik South Beach konaklamasından sonra arabaya atladık ve Key Largo'nun yolunu tuttuk. Aslında yapacak hiçbir şeyin olmadığı Key Largo'da bir gece kalacak olmamızın tek bir nedeni vardı: John Pennekamp Coral Reef State Park'ta snorkel turuna katılmak!

Güneye Giderken

İki yıldır deniz tatili yapamıyorduk bu yüzden bu kış kafaya koydum, mutlaka bir deniz tatili yapacağız. Yeri önemli değil. New York'un dalgasından yüzülemeyen, soğuk, karanlık dipli korkunç denizine benzemesin de neresi olursa olsundu. Kurulmuş bir sürü hayal. Ben 2 haftalık road trip yapacağımız ve her gördüğümüz kıyıda, koyda durup denize gireceğimiz Pasifik kıyısında bir tatil hayal etmiştim en çok ama olmadı. "Nereye gitsek" sorusuna nihai bir karar vermeye çalışırken Elçümüm'ün bir telefon konuşmasında "Biz Ağustos'ta Miami'ye gidiyoruz" demesi epey etkili oldu. Geçen sene de başka arkadaşlarımız arabayla Key West'e kadar gitmişler, epey beğenerek dönmüşlerdi.

Biz de rotamızı güneye çevirdik.

İlk plan sahil kenarında bir otele gidip bir haftayı orada geçirmekti ama benim içimdeki kurtlar buna izin vermedi. Florida Keys'i de görelim dedik. Hemen bir önceki Florida gezisinden yadigar Lonely Planet kitabımı açtım ve nerelere gidilmeli, neler yapılmalı, nereler görülmeli gibi ufak bir liste, bu liste neticesinde de bir plan yaptım. İlk iki gece Miami South Beach'te kalacak, üçüncü gece Key Largo'da konaklayacak, dört ve beşinci geceler Key West'te kalacaktık. Son iki gece içinse otel ayarlamadık. Gittiğimizde karar veririz diyerek bu şarkıyla çıktık yola...



28 Haziran 2010

Bir Fotoğrafçının Güncesi



"It's through living that we discover ourselves, at the same time we discover the world around us." Henri Cartier-Bresson, 1952.

Henri Cartier-Bresson'un MoMA'daki sergisine gideli epey uzun zaman oluyor. Teee Nisan başında, MoMA'daki üyelere özel son gösterim gününde gitmiştim. Her zaman kalabalık olan MoMA'yı dolu, ama sergiyi gayet boş yakalayacağımı düşünerek gittim. Son gösterim günüydü ve üyeler çoktan gitmiş olmalıydı. Sanırım bütüüün üyeler benim gibi düşünmüştü ki sergi alanı tam bir ana-baba günüydü. Ama yılmadım ve hem bütün fotoğrafları tek tek inceleyerek, hem yazıları okuyarak, hem de notlar alarak turumu tamamladım.

"The street is a theater, admission free. Our clothing, faces and gestures tell the stories of our lives - as individuals and as members of our communities. The hand held camera - nearly as quick as the eye, is an ideal tool for observing the spectacle."

Böyle diyor Cartier-Bresson. Fotoğrafları bu sözünü doğrularcasına hep gündelik hayatın içinden. İnsan ilişkilerini, toplumsal devinimleri, gelişmeleri aktarıyor kamerasıyla. Evet Cartier-Bresson portreler de çalışmış ama çektiği fotoğraflarının büyük bir kısmı yaptığı uzun yolculukları, gezdiği şehirleri, ülkeleri, o ülkelerin insanlarını anlatıyor. 1969 yılından kalma bir Club Med, Corsica fotoğrafını ve St. Tropez'de çektiği 1959 yılına ait fotoğrafı not etmişim. İkinci fotoğraf St. Tropez'de bir kadın kuaförünü resmediyor. Kapının hemen dışında sıralanmış fön makinalarında oturan Fransız kadınları. Sonra Türkiye'den iki fotoğraf karşılıyor beni. Biri 1964 yılına ait, Pergamon fotoğrafı, diğeri yine aynı sene (muhtemelen aynı seyahatte) çekilmiş İstanbul balık pazarı fotoğrafı.

"He preferred to picture his sitters at home. When asked how long the session would take, he liked to answer "Longer than the dentist, but shorter than the psychoanalyst."

Portreler de çektiğini belirtmiştim. Öyle alalade insanların portlerini çekmiyor Cartier-Bresson. Koleksiyonunda Coco Chanel'den (Paris, 1964) Truman Capote'ye (New Orleans, 1947), A. Stieglitz'den (New York, 1946) Simone de Beauvoir (Paris, 1946), J.P. Sartre, (Paris, 1946) ve A. Camus'ye (Paris, 1944) o dönemin meşhur birçok siması mevcut.

Cartier-Bresson aynı zamanda photo-essay denilen türün öncülerinden. Sergideki örnekler arasında 1958 senesinde Life için hazırladığı Çin serisi, 1960 senesinde Bankers Trust Company için hazırladığı seri, Amerika'daki açgözlülük, kabalık ve ırkçılığı anlatmak amaçlı bir Fransız dergisi için hazırladığı "Les Americains (The Americans)" serisi ve Rusya üzerine hazırladığı seri bulunuyor. Çin, Amerika ve Rusya serilerindeki fotoğraflar gündelik hayatı, sokakları, kamusal alanlardaki insan ilişkilerini aktarıyor, bir nevi bilinmezi, bilinmeyeni, Avrupalılara anlatmayı amaçlıyor.

Sergideki tek eksiklik, fotoğrafçının hayat öyküsünü anlatan bir kısım bulunmamasıydı. Çektiği fotoğrafların geniş bir coğrafyaya yayılması hayatının önemli bir kısmını yollarda, seyahatlerde geçirdiğini söylüyordu evet ama yaşam öyküsüne dair doğru düzgün hiçbir bilgi yoktu. Yine de duvarlara serpiştirilmiş, benim birçoğunu not ettiğim alıntılar çok güzel ve anlamlıydı. Henri Cartier-Bresson'un neden fotoğraf çektiğini, fotoğraf sanatına nasıl bir anlam yüklediğini anlatan ipuçlarıydı. Keşke daha fazla ipucumuz olsaydı.

N.B: Sergideki Türkiye fotoğraflarına şu linkten ulaşabilirsiniz MoMA

18 Haziran 2010

Dünyayı Kurtaran Adam

Cnbc-e'de ilk sezonu yayınlandığında bir 24 tutkusu sarmıştı ben dahil çevremdeki herkesi. Bir kere fikir gayet yaratıcıydı. Bir dizi çekeceksiniz, 24 bölümden oluşacak ve her bir bölüm tek bir günün bir saatine denk gelecekti. İlk sezonu büyük bir heyecanla izlemiştik cümbür cemaat. Bizim peder ve valide alt yazılı bir şey izlemeye pek yanaşmadıkları için sanırım hemşiremin odasındaki küçük ekran televizyonda izledik bütün sezonu. En son hangi sezonda bıraktığımı hatırlamıyorum. Karizmatik başkan David Palmer sezonun başında suikaste uğramıştı. Bir tek onu hatırlıyorum. Sonrasını izlemedim.

24 ile yollarımız geçen yaz tekrar kesişti. Türkiye'de E2 kanalının yayınladığı 7. sezonun birkaç bölümünü izleyip New York'a dönmüştük ki, 24 fanatiği bir arkadaşımız "ben de bütün sezon var, size vereyim" dedi. 7. sezonu bir haftada bitirdik. Sonra Amerika'da 8. ve son sezon yayınlanmaya başladı ama 24 için ölüp ölüp dirilmediğimizden midir nedir, hiç oralı olmadık. İzlersek bütün sezon yayınlanıp bittikten sonra izleriz dedik. Nitekim öyle de oldu. Yine aynı arkadaşımız bize son sezonun bütün bölümlerini tedarik edince geçen hafta başladık izlemeye.

Hay başlamaz olaydık! Bütün gecelerimiz 24 ile doldu, kitlendik kaldık. Hele hele sezonun ortalarına gelip de olayların iyice kilitlendiğini gördüğümüzde, bir sonraki bölümü sabırla beklemek iyice zor bir hal aldı. Gözlerimden uyku akarken "Bi bölüm daha izleyelim" ısrarları etmeye başladım. Nihayetinde geçtiğimiz Cuma akşamı son sezonun son bölümünü izleyip, bu işe bir son verdik. (Gerçi şu aralar Dexter'a sarmanın eşiğindeyiz. Daha tam geçmedik o eşikten ama her an geçebiliriz.)

Çok mu güzel bir sezondu peki? Aslında yanıt ne evet, ne hayır. Yani heyecanlı, sürükleyici bir sezondu. İnsanı baymıyordu. Belki de uzun bir aradan sonra izlediğimiz için bizi baymadı. O kısım belirsiz. Yine de hemen hemen herşeyin aydınlığa kavuştuğu son birkaç bölüme kadar merakla izledik diziyi. Bir nevi "katil kim çıkacak" merakı. Daha sonra da "bu manyak Jack neler yapacak?" merakı başladı, orda da dizi bitti zaten.

Son sezonun konusuna gelince: Efendim Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve dizide adına Islamic Republic of Kamistan dedikleri (İran'ı temsil eden) bir ülke ile bir barış anlaşması imzalamak üzeredir. Kamistan devlet başkanı, hepimizin Slumdog Millionaire filminden tanıdığı, filmde yarışma sunucusunu canlandıran Anil Kapoor, nam-ı diğer President Omar Hassan, Birleşmiş Milletler binasında ABD heyetiyle anlaşmanın şartlarını görüşmektedir. Yaşlı kurdumuz Jack Bauer ise artık emekliliğe ayrılmak üzeredir. Kızıyla birlikte Los Angeles'a gidecek, bahçesinde domates salatalık yetiştirecek, ara sıra eski günleri yadedecektir. Bir gün kapısını bir adam çalar ve onu hikayenin tam ortasına çeker.

Dizi boyunca peace agreement aşağı, peace agreement yukarı gelip gitse de içeriğini bir türlü tam olarak öğrenemeyiz. Karakterlerarası konuşmalardan Kamistan'a bir takım yaptırımlar getireceğini anladığımız bu anlaşma, her sahnede ağlamaklı gözlerle bakan Başkan Allison Taylor'ın zırt pırt dediğine göre bölgeye huzur, barış, istikrar getirecektir. Şimdi bölge hangi bölge bilmiyoruz. Neden Rusya ve Kamistan imzalıyor, bu iki ülke savaşta mı (dizide böyle birşeyden bahsedilmiyor), bu ikisinin imzaladığı bir anlaşma neden "bölgeye" barışı getiriyor? Böyle mantıklı soruları bir kenara bırakın çünkü 24 hiç birini yanıtlamıyor. Seyirciden istediği şu: Kamistan diye nükleer silah yapma kapasitesi olan bir ülke var. Üstelik Müslümanlar. Biz Amerika ve Rusya ile bir anlaşma imzalatmak istiyoruz bu ülkeye. Yaptırımlarından biri şu: ABD nükleer silah var mı yok mu diye kontrol edecek. Ama Rusya ne halt etmeye imzalıyor biz de bilmiyoruz. Bare with us!

Eeee senaryoda mantıklı bir tutarlılık aramaktan vazgeçtiyseniz 24'ü izlemeye hazır kıvama geldiniz demektir. Jack Bauer 8 sezonun sonunda epey yaşlanmış ama hala Cüneyt abimizin Amerika'daki mümessili. Atlıyor, zıplıyor, dayak yiyor, işkence görüyor, bıçaklanıyor, vuruluyor, yani pişmiş tavuğun başına gelmeyecek şeyler onun başına geliyor ama o dimdik ayakta durmayı başarıyor. Zaten Jack'in çatışmaya girdiği hiçbir sahnede "acaba birşey olacak mı" diye heyecanlanmadığım için rahat rahat seyrettim diziyi. "Bu halde şunu da mı yapabiliyor" diye sadece 24 çömezleri şaşırıyor herhalde artık. Bizim gibi kaşarlanmış, hele de Cüneyt abimizin ekolünden gelen bir gençliği ne mümkün şaşırtmak!

Kamistan tabi ki tipik bir Orta Doğu ülkesi. Amerika'nın antitezi. Başkanları ABD ile didişmek yerine barışmayı seçtiği için kurtarılabilir bölge oluyor. Dizide olan biteni çok ortalığa dökmek istemiyorum ama şu kadarını söyliyeyim. Amerika özgürlükler ülkesi, her fırsatta altı çiziliyor bu deyişin. Bir yandan ABD de demokrasi, hak ve özgürlükleri alaşağı edebilir denirken hemen ardından bu tür bir durumun aslında anormal olan durum olduğu mesajı veriliyor ve bu "kötülük" karakterlerin kişilikleri ile ilişkilendiriliyor. Hatayı ya da yanlışı o insan yapıyor. Amerika ise özünde her türlü özgürlüğe saygılı bir ülke.

"Eee bu olay çözüldü şimdi ne olacak? Geri kalan bölümlerde ne gösterecekler" diye sorular sorduğum kısımlarda senaristler maşallah senaryoyu yürütmeyi becerdiler. Hikayeyi sürükleyici kıldılar. Sürprizler yaptılar. Şaşırtmayı bazen başardılar, bazen başaramadılar. Sezon boyunca dikkatimi çeken bir şey "I give you my word" lafı oldu. Jack'in bu cümleyi kurmadığı iyi kalpli karakter kaldı mı bilmiyorum. Bir ara sayıyordum "ona da dedi, şuna da dedi, buna da dedi" diye. Bizim çocuk da "I don't understand" cümlesine takıldı. Onu da epey fazla kullanıyorlar.

24'ün son sezonunu ne tür mesajlara maruz kalacağınızı tahmin ederek, beklentilerinizi çok yükseltmeyerek izlerseniz zevk alabilirsiniz. Yani klasik bir polisiye dizisi izlermiş gibi davranıp "katil kim çıkacak" sorusunun yanıtını beklerken, bir bakmışsınız saatler saatleri, bölümler bölümleri kovalamış. Bu arada Jack ortalığı kasıp kavurmaya, Amerika da demokrasi ve insan haklarının beşiği olmaya devam edecek. Haberiniz olsun.

20 Nisan 2010

The Girl With Many Eyes - Tim Burton

The Girl With Many Eyes

One day in the park
I had quite a surprise.
I met a girl
who had many eyes.

She was really quite pretty
(and also quite shocking!)
and I noticed she had a mouth,
so we ended up talking.

We talked about flowers,
and her poetry classes,
and the problems she'd have
if she ever wore glasses.

It's great to know a girl
who has so many eyes,
but you really get wet
when she breaks down and cries.

Tim Burton
The Melancholy Death of Oyster Boy & Other Stories

Hayatımdan bir Tim Burton geçti...

Tim Burton sergisi New York'a gelmiş gidip görmemek olmaz. Hem bir kere ismi var: Tim Burton. "Bebeeem, Tim Burton sergisine gidiyroum bean, sonra ariiim mi?" cümlesi kurduracak kadar önemli bir aktivite. (Bu sırada karşı taraf da kesin "NegzeeL" diyordur telefonda --- ııyk) Evet Corpse Bride dışında bir filmini izlemediğim doğru. Ama "Bebeeem, didim ya, Tim Burton bu."

Şakır şakır yağmur yağan bir pazartesi günü gidiyoruz MoMA'ya hemşiremle. 6th Avenue ve 53'ün köşesine geldiğimizde ben 53. sokak boyunca sıralanmış insanları, yetmemiş üzerine köşeyi dönüp 6th Avenue üzerinde 54. sokağa doğru uzanan kuyruğu görüp bir yutkunuyorum. O sırada bir teyzenin elindeki tabelayı sırada bekleyenlerin suratına suratına sallayıp "Tim Burton biletleri satıldı" haykırışlarını duyup bir kez daha yutkunuyorum. Nasıl yani? Tim Burton? Sold out? Biz Tim Burton'ın çiziktirdikleri sergileniyor diye gelmiştik. Kendi mi oturuyor içeride?

MoMA'nın bilet gişesi kuyruğunda bekleyenleri o yağmurun altında bırakıp binanın içine giriyoruz. Hemşirem İstanbul'da yaşamasına rağmen MoMA'ya üye olma derdinde. Burada yaşayan benim, üye olan o, bu işte bi terslik var diye diye, şimdi elli papeli bu karta yatırsam mı acaba diye düşüne düşüne ben de üye olmaya karar veriyorum. (Admissions'da açtığım zarfların paraları Timciğime feda olsun. Hem "Bebeeem, MoMA'ya üye olduamm" demek de epey havalı) Trink diye üye kartlarımızı alıyoruz. Ellerinde Timed Ticket'ları, Tim Burton sergisini gezmek için biletin üzerinde yazan saatin gelmesini bekleyen garibanların arasından vakur bir edayla sıyrılıp, havalı havalı kartlarımızı uzatıyoruz.

Ta-ta-taaam! MoMA'ya sızmış bulunmaktayız. Sağ cenahtaki merdivenlerden koşarak bir üst kata varıyoruz. Al-la-hım o ne! Ben bi Çarşamba pazarını bu kadar kalabalık bilirdim! O da sabahtan değil de öğleden sonra gitmek gaflet ve delaletinde bulunursanız! İçerisi altalta üstüste insan kaynıyor. Kenardan kenardan ilerlemeye çalışmak nafile. Her Burton çiziktiriğinin önünde en az 3 (yazıyla üç) insan bekliyor!

Namussuz da güzel çizmiş yahu! Ağzım açık ayran delisi gibi bi o çizimine bi diğerine bakıyorum. Şiirler ya da kısa/uzun notlar yazmış kimi çizimlerinin yanına. Hepsini okumaya çalışıyorum. Bir yandan da avazım çıktığı kadar hemşireme bağrınıyorum, gelsin o da görsün diye. Fotoğraf çekmek yasak ama Tim Burton'ın yeteneğine, zekasına, hayal gücüne hayran kalmak kesinlikle yasak değil. Oyster Boy, The Girl with Many Eyes, Stain Boy, Robot Boy hepsi geçtiler önümden tek tek. Sonra filmlerdeki karakterlerin küçük maketleri. Corpse Bride'ım benim.

Sergi, Tim Burton'ın ilk gençliğinden son filmine kadar geçen sürede yaptığı çizimlerden geniş bir koleksiyon sunuyor ziyaretçilere. Skeç defterinden sayfalar, gazete kağıdının bile üzerine yaptığı çizimler var. Müzenin en alt katında filmlerinin afişlerini sergiliyorlar. Giriş katında rakamlar üzerinden yaptığı çizimler var. (Şayet Tim Burton'ın official sayfasına girerseniz, ekranda çıkan rakamlar bahsettiğim çizimleri) "1" rakamının yanına şöyle bir not düşmüş Tim Burton: "This poor fellow never has fun, he is all alone, he is only one". Ve birçok çizimde görüyorsunuz, Burton hep Johnny Depp'i hayal etmiş Depp'in canlandırdığı bütün karakterleri ince ince kurgularken. Skeç defterlerinden Johnny Depp bakıyor size.

Tim Burton'ın zekasına ve yeteneğine hayran kalarak, bende neden böyle yetenekler yok diye hayıflanarak çıkıyorum sergiden. Bir insanın çizim yeteneğinin olması başka, dünyayı görebilen bir gözü olması başka, dünyayı eleştirebilen bir gözü olması başka, espri yeteneği olması başka birşey. Tim Burton'da bunların hepsinin var olması bambaşka birşey.

Sizi çok kıskandım Tim Bey.
İtiraf ediyorum.

18 Mart 2010

Vegas Sen Şaka Mısın?

Las Vegas. Sin City. Disneyland for Adults.

Değişik bir şehir Las Vegas. Işıl ışıl. Uçak alçalmaya başladığında gördüğüm, kocaman bir karanlığın ortasından yayılan ışık hüzmesi. Uçaktan havaalanına geçtiğinizde karşınıza ilk slot makineleri çıkıyor. Gelenler için değil de gidenler için. Son bir kez o kolu hevesle çevirme şansı. Dünyanın başka bir havaalanında görebilir misiniz bilmem.

Uzun bir caddesi var. Adı Las Vegas Boulevard (Surprise, surprise!). Ama Strip deniyor. South-Central-North Strip diye üçe ayrılıyor. Bildiğiniz, duyduğunuz ya da bilmediğiniz ve duymadığınız bütün oteller bu caddenin üzerinde: Mandalay Bay, Luxor, Monte Carlos, New York-New York, MGM, Paris, Bellagio, Ceasars Palace, Venetian, Treasure Island, Wynn. Birinden çıkıp diğerine gidiyorsunuz. Zaten kimi otellere içerden geçiş var. Bir Casino'dan diğerine rahat rahat geçebilin diye.

Normalde bir otele girince resepsiyon çıkar ya önünüze. Burada işler biraz değişik. Casino'ya ayak basıyorsunuz ilk. O büyük salonların içinde yolunuzu kaybede kaybede buluyorsunuz otel resepsiyonunu. Otellerin içine girmek tamam da çıkması öyle büyük bir dert ki! Ceasars Palace'tan çıkmaya çalışırken sağa girdik, sola girdik, yok mümkün değil çıkışı bulamıyoruz. Ortalıkta deli tavuklar gibi dolanırken NBC'nin canlı yayınladığı bir poker turnuvasına denk geldik. Neye niyet neye kısmet. Gerçi benim pokerle hiçbir ilgi ve alakam yok ama bizim çocuğun en büyük keyiflerinden biri poker oynamak, izlemek, poker hakkında okumak olduğu ve oyuncuların çoğunu da tanıdığı için takıldık kaldık orda bir müddet. Yok bilmem kim çok ego sorunluymuş, beriki 20 yaşındayken bilmemkaçmilyondolarlık bir turnuvayı kazanmış. Amerika'da filan doğmuş olsaydı profesyonel poker oyuncusu olur, şimdi izlediği turnuvalara kendi katılırdı adım gibi eminim.

New York'ta asla ama asla sokakta içki içemezsiniz. Hemen polis bitiverir yanınızda. Yasak. Ama gelin görün ki Las Vegas'ta sokakta içki içmek serbetmiş. Bir de ortalıkta bombastik şekil ve büyüklüklerde içki bardaklarında alkol satan barlar var. İksir şişesi şeklinde olanını da gördüm, kovboy çizmesi şeklinde olanını da. Bir de plastik gitarların içini dolduruyorlar. Kenarından uzun bir pipet sarkıyor. Gitarı omzunuza asıyor, içe içe geziyorsunuz.

Eğer kumar delisi değilseniz ve saatlerinizi poker veya rulet masalarında ya da slot makinalarında harcamayacaksanız yapacağınız turist aktivitesi kısa şu: otel gezmek. Kulağa son derece saçma gelse de bu aktivite Las Vegas'ın en önemli aktivitesi. Bizim çocuğun tabiri ile "Adamlar insan gelsin diye otel yapmışlar, insanlar 'otel yaptılar' diye Vegas'a geliyor." Otellerin dışında başka hiçbir numarası yok Vegas'ın. Biz Mandalay Bay'den başlayıp Venetian'a kadar sırasıyla bütün otelleri gezdik. Bazılarının barında oturduk, bazılarının Casino'sunda 5-10 dolares kaybettik. Ama uzun uzadıya hiçbirinde kalmadık. Oteller çirkin mi? Kesinlikle değil. Çok ama çok güzeller. Hele Venetian içinin dekorasyonu ile beni benden aldı resmen. Ama nihayetinde otel işte. Doğa harikası filan değil. İnsan-mimari harikası.

Bazı highlight'ları saymak gerekirse:

1. MGM'in Casino'sunda aslanların yaşadığı bir bölme var. Otel, logosunda aslan kükreyen MGM film şirketine ait olduğu için aslan sergilemeyi uygun görmüşler herhalde.
2. New York-New York'un tepesinde bir rollercoaster var. Zevkli gözüküyor ama Cyclone'dan sonra ettiğim yemini bozmadım ve hiiiç niyetlenmedim.
3. Paris otelindeki Eiffel kulesine çıkılabiliyor. Şehri tepeden görmek isteyenler için ideal. Ben gece çıkmak istiyordum ama nalet yağmur yüzünden kapalıydı.
4. Stratosphere otelinin de tepesinde bir rollercoaster varmış. Biz son gün araba kiralamak için girdik bu otele ama neresindeydi o rollercoaster göremedim. Dünyanın en yüksek rollecoaster'ıymış denilene göre.
5. Otellerin hemen hepsinde şovlar var. 7 otelde Cirque du Soleil gösterisi var. Hepsi de birbirinden farklı. Her akşam 7 ayrı gösteri yapıyorlar kısacası. Bunun yanında sihirbazların ya da revü kızlarının gösterileri var. Biz MGM'deki Coperfield gösterisine gittik. Ceasars Palace'da da Seinfeld çıkıyordu mesela (gerçi biz oradayken gösterisi yoktu).
6. Vegas'tan yarım saat uzaklıkta Red Rock Canyon denilen bir yer var. Bizim gibi araba kiralayıp kolaylıkla gidebilirsiniz. Grand Canyon kadar olmasa da epey büyük. Araba ile takip edebileceğiniz bir rota var. Rota üzerinde belirlenmiş kimi noktalarda arabayı park edip hiking yapabiliyorsunuz. Girişte verdikleri haritada o noktadaki hiking süresi, zorluk derecesi vs. gibi bilgiler mevcut. Çok güzel bir yer, kesinlikle tavsiye ederim.

Las Vegas, kumar oynamayacaksanız eğer, tekrar tekrar gidilecek bir yer kesinlikle değil. 3 günlük seyahatler sanırım en ideali. Uzun süreli gitmenin tek faydası birkaç gününüzü ayırıp Vegas'tan 5 saat uzaklıktaki doğa harikası Grand Canyon'u görmek olabilir. Ben çok heveslenmiştim ama bizimkisi kısa süreli bir seyahatti. Grand Canyon başka bahara kaldı.


South Strip


Mandalay Bay Casino


Bellagio Casino


Red Rock Canyon


Red Rock Canyon

21 Şubat 2010

Mission to Orlando: From Where We Left Off


Evet, aylar öncesinde kaldığım yerden devam. İnat ettim, Orlando yazısını tamamlayacağım. (Aslında bu ikinci kısım, allah üçüncü ve son kısmı tamamladığım günleri de gösterir bana inşallah!!) "Önceki yazıyı hatırlamıyorum" diye panikleyenler varsa aranızda (çok mütevaziyim) onları sükunete davet ediyorum. Ben de hatırlamıyorum öncesinde neler yazdığımı. Ama söyleyecek yeni sözlerim var. Hem bunlar öncekilerden daha iyi.

Orlando'yu turistik bir şehir kılan belki de tek özelliği Universal Studios, Walt Disney Magic Kingdom, Sea World gibi büyük theme park'lara ev sahipliği yapması. Bu parklar çok büyük olduğu için gezmesi bayağı zaman alıyor. Multiple-day-pass alıp, bir parkı birkaç gün gezen insanlar var. Bizim o kadar çok zamanımız olmadığı için 2 parka birer gün ayırdık.

İlk gün Universal Orlando Resort'a gittik. Naçizane tavsiyem biletlerinizi internetten satın alın. Hem biraz daha ucuz oluyor (3-5 doların lafı olmaz, Karun kadar zenginim diyorsanız, siz kapıdan alın) hem de uzun bilet kuyruğunda beklememiş oluyorsunuz. Biz off-season sayılabilecek bir dönemde gittiğimiz halde içerisi epey kalabalalıktı. Yazın nasıl oluyordur düşünmek bile istemiyorum. Bu tür parkların açılış saatini mutlaka kontrol edin. Genelde sabah 9 gibi açılıyorlar. Erkenden gitmek, parkın en popüler aktivitelerine etraf kalabalıklaşmadan binmek iyi bir fikir. Biz açılış borusuyla birlikte içeri attık kendimizi.

Universal Orlando Resort iki büyük parktan oluşuyor; Universal Studios Orlando ve Islands of Adventure. Biz sadece ilkine gittik. Universal Studios Production Central, New York, Hollywood, San Francisco/Amity, World Expo ve Kidzone isimli altı bölgeden oluşuyor. New York ve Frisco bölgelerinde bu şehirlerdeki birçok binanın, sokağın replikası var. Bir nevi film seti hepsi. Her bölgede yapabileceğiniz birçok aktivite var. Benim tavsiye edeceklerim şunlar:




- Simpsons' Ride: Çok ama çok keyifli. Bilmediğimiz bir nedenden dolayı sırada çok uzun süre bekledik (sıra bir süre hiç ilerlemedi) ama beklediğimiz her dakikaya değdi. Aslında bir simulasyon aracının içine giriyorsunuz ve önünüzdeki ekranda görüntüler akıyor. Yani gerçek bir rollar coaster değil. Ama simulasyon aracı deyip geçmeyin. Benim şimdiye kadar bindiklerim arasında en başarılısı buydu. Çıkışta Simpsons maskotları geziniyor. Biz Homer'a denk geldik.

- Twister: Ufak bir stüdyoda "hortum" ortamı yaratıyorlar. Girişte Twister filminden görüntüler ve oyuncuların filmle ilgili yorumlarını dinliyorsunuz. Ben "allahım nereye gidiyoruz şimdi" diye biraz tırsarak girdim içeri ama korkutucu birşey kesinlikle değil. Gözünüzün önünde ufak bir hortum sahnesi canlandırılıyor sadece. Biraz ıslanabilirsiniz. O da önlerde duruyorsanız.

- Disaster: Çok eğlenceli bir show. Sırası biraz uzun oluyor. Üç farklı odaya alınıyorsunuz. İlk odada esprili bir adam ziyaretçiler arasında bir gönüllü grubu seçiyor. İkinci odada o gruba sözde film çektiriliyor. Üçüncü odada bir araca biniyorsunuz, sağdan soldan efektler geliyor. Ekranda da çekilen film oynuyor. Film epey komik. Eğer kenarda oturuyorsanız sonlara doğru ayaklarınızı havaya kaldırın!

- E.T. Adventure: Havada uçan bisikletvari küçük arabalarla E.T'nin dünyasını gezmek ister misiniz? O zaman bu tura kesinlikle katılın. Hiçbir korku öğesini barındırmıyor, tatlı tatlı havada geziyor, şehirlerin üzerinden uçuyorsunuz. Ben hiç bitmesin istedim. Saatlerce o arabada oturabilirdim.

- Men in Black - Alien Attack: 4 kişi bir araca biniyorsunuz. Önünüzde silahlarınız. O araç kendi etrafında döne döne ilerliyor. Siz de elinizdeki silahlarla hedeflere ateş ediyorsunuz. Ateş etme kısmından ziyade döne döne ilerleme kısmı çok zevkli. Sırası da çabuk ilerliyor. Yalnız çantayla binemiyorsunuz. Hemen yanında ücretsiz locker'lar var. Çantaları oraya kitleyip gitmeniz gerekli.

Bu atraksiyonların dışında bir de küçük tiyatrolarda koltuğunuza oturup izlediğiniz showlar var:

- Shrek 4D: Girişe çok yakın olduğu için biz Shrekle başladık turumuza. Eğlenceli bir show. Mutlaka izleyin derim. Bir de oturduğunuz koltuğun hareket etmeyen koltuklardan olmamasına dikkat edin.

- Terminator 2: 3-D: Gözlüklerinizi takıp izleyeceğiniz bir show daha. Terminator Arnold bir sinema perdesinde, bir sahnede gözlerinizin önünde. Efektler takibi çok başarılı.

Bir de bütün bunların dışında bizim binmediğimiz ama adrenalin sevenlerin kaçırmaması gereken üç adet ride var:


1. Hollywood Rip Ride Rockit: Six Flags'lere taş çıkarır mı bilmem ama ben binmeye cesaret edemedim bu devasa roller coaster'a. Özellikle yaz sonu Coney Island'da bindiğim Cyclone'dan sonra böyle bir kal geldi bana roller coaster'lar konusunda. Bu arada Cyclone'un 1927'den kalma bir roller coaster olduğunun notunu düşeyim. Yolunuz New York'a düşerse mutlaka bu deneyimi yaşayın (!)

2. Revenge of the Mummy: Bu bir indoor roller coaster'ı. Yani karanlıkta gidiyorsunuz. Indoor roller coaster'a bir kere Almanya'daki Europa-Park'ta hemşiremle binmiştim. (Biz o gün amma çok roller coaster'a binmiştik yahu. Daha mı cesurdum o zamanlar acaba?) Bir daha binmem diyip hiç yanaşmadım.

3. Jaws: Bu bir roller coaster değil. Bir teknede ufak bir gölde giderken köpekbalıklarının saldırısına uğruyorsunuz. Olay bu. Aslında buna binecektik ama hava biraz serindi ve görevliler ıslanma riski olduğunu söyleyince vazgeçtik.

Uzun lafın kısası:

1. Biletler çok ucuz değil gerçi dünyanın hiçbir yerinde theme parklara girişler ucuz değil. Ama internetten alırsanız kapıdaki fiyattan biraz daha az ödüyorsunuz.

2. İçeri bir kere girdikten sonra aktiviteler için para ödemiyorsunuz. Ama parkın kalabalıklığına bağlı olarak aktivite bekleme süresi değişiyor. Mutlaka açılış saatinde gidin ve kalabalıklaşmadan en popüler ride'lara binin.

3. Orlando'nun şehrin göbeğinde bir otobüs istasyonu var. Universal Studios, Magic Kingdom ve Sea World'e buradan kalkan belediye otobüsleri çalışıyor. Yarım saatte de gidiyorlar. Şehir merkezinden ya da kaldığınız otelden taksiyle gitmek de bir seçenek ama 20-30 dolar civarı bir ücret ödeyeceksiniz, aklınızda bulunsun.

4. Universal Studios ve Islands of Adventure için kombine biletler satılıyor. Eğer birkaç günüzünü ayırabileceğinizi düşünüyorsanız o biletlerden alın.

Bizim çocuk "E gördük artık, daha da gitmem" diyor ama ben tekrar gitmek istiyorum. Bu sefer Islands of Adventure'a. Çünkü Harry Potter atraksiyonu açıyorlarmış baharda!!

İyi eğlenceler!

9 Şubat 2010

The Insider



"You pay me to go get guys like Wigand, to draw him out. To get him to trust us, to get him to go on television. I do. I deliver him. He sits. He talks. He violates his own fucking confidentiality agreement. And he's only the key witness in the biggest public health reform issue, maybe the biggest, most-expensive corporate-malfeasance case in U.S. history. And Jeffrey Wigand, who's out on a limb, does he go on television and tell the truth? Yes. Is it newsworthy? Yes. Are we gonna air it? Of course not. Why? Because he's not telling the truth? No. Because he is telling the truth. That's why we're not going to air it. And the more truth he tells, the worse it gets! " Lowell Bergman

Başrollerini Al Pacino ve Russel Crowe'un paylaştığı The Insider son zamanlarda seyrettiğim en iyi filmlerden birisi. 1999 yapımı film, gerçek bir hayat hikayesine dayanıyor. Filmde geçen bütün şahıs isimleri, şirket isimleri, hepsi de gerçekte bu hikayenin parçası olmuş şahıs ve şirketlerin isimleri. Böylesine çarpıcı bir hikayenin gerçekten de yaşanmış olması, filmi daha da güçlü kılıyor.

Filmin konusuna gelince: Lowell Bergman (Pacino), CBS'de yayınlanan meşhur 60 Minutes programının yapımcısı. Program çetrefilli konuları ele alması ile ünlü. Bergman, günün birinde göndereni belli olmayan bir paket alır ve içinden tütün şirketi Phill Morris'e ait bazı dokümanlar çıkar. Dokümanda yazanlardan birşey anlamayan Bergman'ın yolu Jeffrey Wigand (Crowe) ile kesişir. Aslen bio-kimyager olan Wigand, Brown & Williamson tütün şirketinin yüksek rütbeli yöneticilerinden birisiyken işten kovulmuştur. Nedeni, üretilen sigaralarda yüksek derecede bağımlılık yapan bir maddenin kullanılmasına itiraz etmesidir. Şirket, yaptığı işle ilgili herhangi bir açıklama yapmasını engellemek için bir gizlilik anlaşması (confidentiality agreement) imzalatmıştır. Lowell kısa sürede Wigand'in Phill Morris evraklarını yorumlamaktan çok daha fazlasını yapabileceğini fark eder. 1994 senesinde Amerika'daki tütün şirketlerinin CEO'ları, Congress'in karşısına çıkıp nikotinin bağımlılık yapmadığına inandıklarını beyan etmişlerdir. (I believe that nicotine is not addictive. Tam da bu cümleyle.) Lowell'ın, bunun koca bir yalan olduğunu ortaya çıkarabilmesi için Wigand'in tanıklığına ihtiyacı vardır. Wigand ise vicdanı ve ailesi arasında yapması gereken seçimden dolayı kapana kısılmıştır.



Filmin iki baş karakteri, iki hikayesi var. Bir yandan imzaladığı gizlilik anlaşması, ailesinin geleceği ve vicdanının sesi arasında sıkışıp kalmış Wigand'in yaşadıkları ile iş dünyasının kirli çarkları, kamuoyunu bu kadar ilgilendiren bir konunun nasıl da korkutmayla, zorbalıkla, tehditlerle örtbas edilmeye çalışıldığı anlatılıyor. Öte yandan ise Bergman üzerinden para üzerine dönen bu dünyada gazetecilik mesleğinin ne kadar zor icra edildiğinin, ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda gazetecilik ilkelerinin kolaylıkla hiçe sayılabileceğinin, böylesine bir dünyada idealleriyle yaşayan bir gazetecinin vereceği savaşın ne kadar da zor olduğunun altı çiziliyor. İfade özgürlüğü denen şeyin sınırsız olmadığını, para ve güç devreye girince susturulamayacak sesin neredeyse bulunmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlatıyor insana. Film insana kendini sorgulatıyor. Wigand gibi vicdanının sesinden kaçamayanlardan mıyız, yoksa vicdanının üzerine yatıp uyuyanlardan mı? Bergman gibi idealleri uğruna yılmadan uğraşıp didinenlerden miyiz, yoksa çarkın parçası olmayı seçenlerden mi?

Pacino'yu daha birkaç gece önce Godfather'da gencecik haliyle izlemiştim. Hemen akabinde bu kadar yaşlanmış görmek bir garip oldu. Ama her haliyle kabulumuz tabi ki.. Russel Crowe kelimenin tam anlamıyla döktürüyor filmde. Ağır hareket eden halleri, yavaş yavaş konuşması, konuşurken devamlı yutkunması, bakışları, kısacası yarattığı karakterin herşeyi dört dörtlük. Aksiyon filmi arıyorsanız bu film kesinlikle size göre değil. Ama tercihiniz gerilim öğeleriyle dolu, başarılı bir senaryoya ve oyunculuğa sahip bir filmde yaşadığımız dünyanın gerçekliğine bir parça tanık olmaksa, doğru adrestesiniz.

Not: Jeffrey Wigand ile yapılan asıl 60 Minutes programından bir kesit izlemek isterseniz şu adrese buyrun 60 MINUTES

9 Ocak 2010

Avatar

Avatar'ı izleyeli epey oldu ama bir türlü oturup da aklımdakileri yazamadım. Benim kendi çevremdekiler filmle ilgili olarak üçe ayrılmış durumda: (1) İzleyip beğenenler, (2) İzleyip beğenmeyenler, (3) Filmin çok "trashy" olduğuna inanıp izlemeye değer bulmayanlar.

Filmle ilgili yadsınamayacak bir durum var: Sanat yönetmenleri gerçekten de harikalar yaratmış. Eğer siz de internette dolaşan kamera arkası görüntülere göz attıysanız, filmin nasıl çekildiğini az çok görmüşsünüzdür. Kamerayla elde edilen o görüntülerden böylesine güzel görsel görüntüler yaratabilmek kolay bir iş olmasa gerek. İnsanların bilgisayar yardımıyla yaratıldığını bildikleri halde Pandora'nın o masalsı güzelliğine sanki gerçek bir doğa harikasıymış gibi hayran kalmaları da bu insanların yaptıkları işte ne kadar başarılı olduklarının bir kanıtı değil mi? Oyuncuların yüz mimiklerini kaydeden küçük kameralar kullanılması da Na'vi karakterlerini izleyicinin gözünde daha da gerçekçi bir hale sokmuyor mu? Kısacası filmin görselliğine, inandırıcılığına diyeceğim hiçbir şey yok.

Ama!

Konusuna gelince işler biraz değişiyor. Filmde iki "varlık" grubu var: Birincisi her gittiği yere kötülükten başka birşey götürmeyen, bütün dengeleri bozan, yok eden insanoğlu. İkincisi ise insanoğlunun tersine doğa ile kendi hayatı arasında bir denge kurmuş, tabiatın gücüne inanan, onu koruyan yerli halk Na'viler. Bir tarafta güçlüler, teknolojinin en son halini kullanan modernler/medeniler, (aralarında birkaç iyi kalpli kişi bulunan) kötüler. Diğer tarafta vahşiler, medeniyetin ehlileştiremediği varlıklar, güçsüzler, iyiler. Kötülerin gerekli bilgileri toplamak için Na'vi toplumu arasına soktuğu Avatar'lar var bir de. Jake Sully işte bu noktada oyuna dahil oluyor. Kötürüm kalmış bir asker o. Ölen ikiz erkek kardeşinin Avatar'ını kullanmaya başlıyor. Karşılığında bacaklarını iyileştirecek bir ameliyat vaad ediliyor. Jake'in Na'vi topluluğunun içine sızması kötülerin istedikleri stratejik bilgilere ulaşmalarını sağlıyor. Ama Jake'in Neytiri'ye aşık olması, bu doğa harikası gezegene ve Na'vilerin doğayla uyumlu şekilde sürdürdüğü yaşam tarzına hayran kalması ile işin rengi değişiyor. Jake saf değiştiriyor. Kötüleri karşısına alıyor. Kötülerin içindeki bir avuç iyi niyetli bilim insanıyla (ya da bilimin sadece bilim için yapılacağına inanan saftoriklerle) Na'vilerin kötülere karşı savaşını organize ediyor. Bu arada Na'vilerin lideri de oluveriyor. En nihayetinde kötülerin kaybetmesine neden oluyor. Sonunda da Pandora doğasının gücüyle insan vücudundan Na'vi vücuduna temelli transfer oluyor. Onlar eriyor muradına, biz çıkıyoruz kerevetine.

Beni bu hikayede en çok sıkan şey her zaman ama her zaman "vahşilerin, bizim anladığımız şekilde medenileşmemişlerin, doğa insanlarının" kurtarılmaya ihtiyaç duyması. Ama her zaman. Medeniyetten gelen, ama kötü olmayan insanların bu geri kalmışlara liderlik etmesi, onların kurtarıcısı olması. Jake de tam bu kişi işte. Aşk da burada katalizör görevi görüyor. Jack Neytiri'ye olan aşkı üzerinden Pandora'ya karşı bir hayranlık geliştiriyor. Ameliyat olamamak pahasına kötüleri karşısına alıyor. Ama Pandora doğasının bir hikmeti Na'vi vücuduna tamamen transfer olarak sağlam bacaklara kavuşuyor. Yani sonuçta Jake'in kaybettiği hiçbir şey olmuyor. Oysa Na'viler için durum öyle mi? Ben bu filmin savaşı eleştirdiği fikrine de katılmıyorum. Olsa olsa insanların açgözlülükten, para hırsından doğaya verdikleri zararı eleştiriyordur. Gerçi doğaya zarar vermek için çok önemli madenler arayan mutlak kötü insanlar olmamıza da gerek yok. Hepimiz her gün ürettiğimiz çöplerle, her sokağa çıkışımızda beraberimizde sürüklediğimiz arabalarımızla, geri dönüşüme burun kıvırışımızla, alışveriş torbalarımızla yeteri kadar kirletiyoruz doğayı.

Dediklerimi özetlemek gerekirse: Avatar bilindik klişeleri tekrar tekrar kullanıyor ve güçlü/güçsüz, medeni/vahşi ilişkisini yeniden üretiyor evet. Ama görsel güzelliği tartışılmaz.