28 Haziran 2010

Bir Fotoğrafçının Güncesi



"It's through living that we discover ourselves, at the same time we discover the world around us." Henri Cartier-Bresson, 1952.

Henri Cartier-Bresson'un MoMA'daki sergisine gideli epey uzun zaman oluyor. Teee Nisan başında, MoMA'daki üyelere özel son gösterim gününde gitmiştim. Her zaman kalabalık olan MoMA'yı dolu, ama sergiyi gayet boş yakalayacağımı düşünerek gittim. Son gösterim günüydü ve üyeler çoktan gitmiş olmalıydı. Sanırım bütüüün üyeler benim gibi düşünmüştü ki sergi alanı tam bir ana-baba günüydü. Ama yılmadım ve hem bütün fotoğrafları tek tek inceleyerek, hem yazıları okuyarak, hem de notlar alarak turumu tamamladım.

"The street is a theater, admission free. Our clothing, faces and gestures tell the stories of our lives - as individuals and as members of our communities. The hand held camera - nearly as quick as the eye, is an ideal tool for observing the spectacle."

Böyle diyor Cartier-Bresson. Fotoğrafları bu sözünü doğrularcasına hep gündelik hayatın içinden. İnsan ilişkilerini, toplumsal devinimleri, gelişmeleri aktarıyor kamerasıyla. Evet Cartier-Bresson portreler de çalışmış ama çektiği fotoğraflarının büyük bir kısmı yaptığı uzun yolculukları, gezdiği şehirleri, ülkeleri, o ülkelerin insanlarını anlatıyor. 1969 yılından kalma bir Club Med, Corsica fotoğrafını ve St. Tropez'de çektiği 1959 yılına ait fotoğrafı not etmişim. İkinci fotoğraf St. Tropez'de bir kadın kuaförünü resmediyor. Kapının hemen dışında sıralanmış fön makinalarında oturan Fransız kadınları. Sonra Türkiye'den iki fotoğraf karşılıyor beni. Biri 1964 yılına ait, Pergamon fotoğrafı, diğeri yine aynı sene (muhtemelen aynı seyahatte) çekilmiş İstanbul balık pazarı fotoğrafı.

"He preferred to picture his sitters at home. When asked how long the session would take, he liked to answer "Longer than the dentist, but shorter than the psychoanalyst."

Portreler de çektiğini belirtmiştim. Öyle alalade insanların portlerini çekmiyor Cartier-Bresson. Koleksiyonunda Coco Chanel'den (Paris, 1964) Truman Capote'ye (New Orleans, 1947), A. Stieglitz'den (New York, 1946) Simone de Beauvoir (Paris, 1946), J.P. Sartre, (Paris, 1946) ve A. Camus'ye (Paris, 1944) o dönemin meşhur birçok siması mevcut.

Cartier-Bresson aynı zamanda photo-essay denilen türün öncülerinden. Sergideki örnekler arasında 1958 senesinde Life için hazırladığı Çin serisi, 1960 senesinde Bankers Trust Company için hazırladığı seri, Amerika'daki açgözlülük, kabalık ve ırkçılığı anlatmak amaçlı bir Fransız dergisi için hazırladığı "Les Americains (The Americans)" serisi ve Rusya üzerine hazırladığı seri bulunuyor. Çin, Amerika ve Rusya serilerindeki fotoğraflar gündelik hayatı, sokakları, kamusal alanlardaki insan ilişkilerini aktarıyor, bir nevi bilinmezi, bilinmeyeni, Avrupalılara anlatmayı amaçlıyor.

Sergideki tek eksiklik, fotoğrafçının hayat öyküsünü anlatan bir kısım bulunmamasıydı. Çektiği fotoğrafların geniş bir coğrafyaya yayılması hayatının önemli bir kısmını yollarda, seyahatlerde geçirdiğini söylüyordu evet ama yaşam öyküsüne dair doğru düzgün hiçbir bilgi yoktu. Yine de duvarlara serpiştirilmiş, benim birçoğunu not ettiğim alıntılar çok güzel ve anlamlıydı. Henri Cartier-Bresson'un neden fotoğraf çektiğini, fotoğraf sanatına nasıl bir anlam yüklediğini anlatan ipuçlarıydı. Keşke daha fazla ipucumuz olsaydı.

N.B: Sergideki Türkiye fotoğraflarına şu linkten ulaşabilirsiniz MoMA

18 Haziran 2010

Dünyayı Kurtaran Adam

Cnbc-e'de ilk sezonu yayınlandığında bir 24 tutkusu sarmıştı ben dahil çevremdeki herkesi. Bir kere fikir gayet yaratıcıydı. Bir dizi çekeceksiniz, 24 bölümden oluşacak ve her bir bölüm tek bir günün bir saatine denk gelecekti. İlk sezonu büyük bir heyecanla izlemiştik cümbür cemaat. Bizim peder ve valide alt yazılı bir şey izlemeye pek yanaşmadıkları için sanırım hemşiremin odasındaki küçük ekran televizyonda izledik bütün sezonu. En son hangi sezonda bıraktığımı hatırlamıyorum. Karizmatik başkan David Palmer sezonun başında suikaste uğramıştı. Bir tek onu hatırlıyorum. Sonrasını izlemedim.

24 ile yollarımız geçen yaz tekrar kesişti. Türkiye'de E2 kanalının yayınladığı 7. sezonun birkaç bölümünü izleyip New York'a dönmüştük ki, 24 fanatiği bir arkadaşımız "ben de bütün sezon var, size vereyim" dedi. 7. sezonu bir haftada bitirdik. Sonra Amerika'da 8. ve son sezon yayınlanmaya başladı ama 24 için ölüp ölüp dirilmediğimizden midir nedir, hiç oralı olmadık. İzlersek bütün sezon yayınlanıp bittikten sonra izleriz dedik. Nitekim öyle de oldu. Yine aynı arkadaşımız bize son sezonun bütün bölümlerini tedarik edince geçen hafta başladık izlemeye.

Hay başlamaz olaydık! Bütün gecelerimiz 24 ile doldu, kitlendik kaldık. Hele hele sezonun ortalarına gelip de olayların iyice kilitlendiğini gördüğümüzde, bir sonraki bölümü sabırla beklemek iyice zor bir hal aldı. Gözlerimden uyku akarken "Bi bölüm daha izleyelim" ısrarları etmeye başladım. Nihayetinde geçtiğimiz Cuma akşamı son sezonun son bölümünü izleyip, bu işe bir son verdik. (Gerçi şu aralar Dexter'a sarmanın eşiğindeyiz. Daha tam geçmedik o eşikten ama her an geçebiliriz.)

Çok mu güzel bir sezondu peki? Aslında yanıt ne evet, ne hayır. Yani heyecanlı, sürükleyici bir sezondu. İnsanı baymıyordu. Belki de uzun bir aradan sonra izlediğimiz için bizi baymadı. O kısım belirsiz. Yine de hemen hemen herşeyin aydınlığa kavuştuğu son birkaç bölüme kadar merakla izledik diziyi. Bir nevi "katil kim çıkacak" merakı. Daha sonra da "bu manyak Jack neler yapacak?" merakı başladı, orda da dizi bitti zaten.

Son sezonun konusuna gelince: Efendim Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve dizide adına Islamic Republic of Kamistan dedikleri (İran'ı temsil eden) bir ülke ile bir barış anlaşması imzalamak üzeredir. Kamistan devlet başkanı, hepimizin Slumdog Millionaire filminden tanıdığı, filmde yarışma sunucusunu canlandıran Anil Kapoor, nam-ı diğer President Omar Hassan, Birleşmiş Milletler binasında ABD heyetiyle anlaşmanın şartlarını görüşmektedir. Yaşlı kurdumuz Jack Bauer ise artık emekliliğe ayrılmak üzeredir. Kızıyla birlikte Los Angeles'a gidecek, bahçesinde domates salatalık yetiştirecek, ara sıra eski günleri yadedecektir. Bir gün kapısını bir adam çalar ve onu hikayenin tam ortasına çeker.

Dizi boyunca peace agreement aşağı, peace agreement yukarı gelip gitse de içeriğini bir türlü tam olarak öğrenemeyiz. Karakterlerarası konuşmalardan Kamistan'a bir takım yaptırımlar getireceğini anladığımız bu anlaşma, her sahnede ağlamaklı gözlerle bakan Başkan Allison Taylor'ın zırt pırt dediğine göre bölgeye huzur, barış, istikrar getirecektir. Şimdi bölge hangi bölge bilmiyoruz. Neden Rusya ve Kamistan imzalıyor, bu iki ülke savaşta mı (dizide böyle birşeyden bahsedilmiyor), bu ikisinin imzaladığı bir anlaşma neden "bölgeye" barışı getiriyor? Böyle mantıklı soruları bir kenara bırakın çünkü 24 hiç birini yanıtlamıyor. Seyirciden istediği şu: Kamistan diye nükleer silah yapma kapasitesi olan bir ülke var. Üstelik Müslümanlar. Biz Amerika ve Rusya ile bir anlaşma imzalatmak istiyoruz bu ülkeye. Yaptırımlarından biri şu: ABD nükleer silah var mı yok mu diye kontrol edecek. Ama Rusya ne halt etmeye imzalıyor biz de bilmiyoruz. Bare with us!

Eeee senaryoda mantıklı bir tutarlılık aramaktan vazgeçtiyseniz 24'ü izlemeye hazır kıvama geldiniz demektir. Jack Bauer 8 sezonun sonunda epey yaşlanmış ama hala Cüneyt abimizin Amerika'daki mümessili. Atlıyor, zıplıyor, dayak yiyor, işkence görüyor, bıçaklanıyor, vuruluyor, yani pişmiş tavuğun başına gelmeyecek şeyler onun başına geliyor ama o dimdik ayakta durmayı başarıyor. Zaten Jack'in çatışmaya girdiği hiçbir sahnede "acaba birşey olacak mı" diye heyecanlanmadığım için rahat rahat seyrettim diziyi. "Bu halde şunu da mı yapabiliyor" diye sadece 24 çömezleri şaşırıyor herhalde artık. Bizim gibi kaşarlanmış, hele de Cüneyt abimizin ekolünden gelen bir gençliği ne mümkün şaşırtmak!

Kamistan tabi ki tipik bir Orta Doğu ülkesi. Amerika'nın antitezi. Başkanları ABD ile didişmek yerine barışmayı seçtiği için kurtarılabilir bölge oluyor. Dizide olan biteni çok ortalığa dökmek istemiyorum ama şu kadarını söyliyeyim. Amerika özgürlükler ülkesi, her fırsatta altı çiziliyor bu deyişin. Bir yandan ABD de demokrasi, hak ve özgürlükleri alaşağı edebilir denirken hemen ardından bu tür bir durumun aslında anormal olan durum olduğu mesajı veriliyor ve bu "kötülük" karakterlerin kişilikleri ile ilişkilendiriliyor. Hatayı ya da yanlışı o insan yapıyor. Amerika ise özünde her türlü özgürlüğe saygılı bir ülke.

"Eee bu olay çözüldü şimdi ne olacak? Geri kalan bölümlerde ne gösterecekler" diye sorular sorduğum kısımlarda senaristler maşallah senaryoyu yürütmeyi becerdiler. Hikayeyi sürükleyici kıldılar. Sürprizler yaptılar. Şaşırtmayı bazen başardılar, bazen başaramadılar. Sezon boyunca dikkatimi çeken bir şey "I give you my word" lafı oldu. Jack'in bu cümleyi kurmadığı iyi kalpli karakter kaldı mı bilmiyorum. Bir ara sayıyordum "ona da dedi, şuna da dedi, buna da dedi" diye. Bizim çocuk da "I don't understand" cümlesine takıldı. Onu da epey fazla kullanıyorlar.

24'ün son sezonunu ne tür mesajlara maruz kalacağınızı tahmin ederek, beklentilerinizi çok yükseltmeyerek izlerseniz zevk alabilirsiniz. Yani klasik bir polisiye dizisi izlermiş gibi davranıp "katil kim çıkacak" sorusunun yanıtını beklerken, bir bakmışsınız saatler saatleri, bölümler bölümleri kovalamış. Bu arada Jack ortalığı kasıp kavurmaya, Amerika da demokrasi ve insan haklarının beşiği olmaya devam edecek. Haberiniz olsun.