27 Mart 2014

Thumbs Down: İki Film

Endless Love (2014)

Şubat ayında gösterime giren Endless Love (Sonsuz Aşk) liseden yeni mezun iki gencin aşk hikayesini konu edinen romantik bir dram. Epey bilindik, hatta klişeleşmiş bir hikayesi var. Zengin aile kızı Jade (Gabriella Wide) ile tamirci babanın oğlu fakir ama gururlu David'in (Alex Pettyfer) hikayesi liseden mezun oldukları gün başlıyor. Ağbisinin ölümünden sonra ailesi içine kapanan Jade, lise hayatını babasının denetiminde ders çalışarak geçirdiğinden tek bir arkadaş bile edinememiş. Okuldaki silik varlığının David hariç kimse farkında değil. Ölen ağbisinden devraldığı, babasının elinden çıkma kariyer planında sosyalleşmeye hiç vakti yok Jade'in. Ama hayat planları altüst eden bir şekilde ilerliyor ve ikilimiz aşk yaşamaya başlıyor. Bundan sonrası ezbere bildiğimiz, kızının geleceğini düşünen aşırı korumacı baba ile fakir, genç, tecrübesiz ama herkesin içini titrecek sevgisi ile babaya rakip oluşturan David'in çatışmasında yaşanıyor. İzleyeni heyecanlandıracak bir tarafı bulunmayan bu tanıdık metin üzerinden ilerleyen film, ilgimizi ayakta tutacak herhangi bir yenilik de sunmuyor. Yan hikayeler (babanın kontrol manyaklığı, annenin evliliğinde yaşadığı sorunlar, Jade'in küçük ağbisinin varolma mücadelesi, vs.) oldukça güçsüz ve sadece yan hikaye olmak için oraya eklenmiş gibiler. Jade ile David arasındaki uyum fena değil, ama basmakalıp karakterlerin içinde harikalar yaratmaları da zaten mümkün değil. Temel hikaye Dirty Dancing'i hatırlatsa da film bahsettiğim sebeplerden dolayı lime lime dağılıp elinizde kalıyor.  

Yıldız Karnesi: **

Barefoot (2014)
Türkiye'de henüz gösterime girmemiş olan Barefoot bu senenin bir diğer romantik yapımı. Başrollerde Felicity'nin Ben'i (Scott Speedman) ile en son Mildred Pierce'da izlediğim Evan Rachel Wood var. Zengin ailesi ile arası bozuk, mafyöz tiplere kumar borcu yapmış, zamanında hapse girmiş ve şartlı tahliye edilmiş, şimdi bir akıl hastanesinde yerleri silip para kazanan Jay (Scott Speedman) ile hastaneye yatırılan Daisy (Evan Rachel Wood) arasında filizlenen aşkın konu edildiği Barefoot -kısmen de olsa- bir yol filmi. Jay ailesi ile arasını düzeltmek için erkek kardeşinin düğününe gitmek üstelik yanında bir de kız arkadaş götürmek mecburiyetinde kalınca çareyi Daisy'i yanına almakta buluyor. Hayattan izole şekilde, sadece televizyon izleyerek büyüyen Daisy'nin dışarıdaki hayatla karşılaşmasını ve adaptasyon sorununu komediye çevirelim mantığıyla hareket eden film bu noktadan sonra tam bir ''Kezban Paris'te''ye dönüşüyor. Sanki bu izole yaşam bir ''köyden indim şehre'' vakasıymış, hiçbir psikolojik ve duygusal dışavurumu yokmuş gibi ''olan biteni anlamıyorum ama çok sevimliyim, çok naifim ve çok masumum'' üzerinden ilerlemeye çalışıyor. Tek gecelik ilişkilerin adamı olan Jay için ''dış dünyanın kirletemediği kadın'' halini alan Daisy, ''yaramaz erkeği etkileyen masumiyet'' alt metniyle üstümüze üstümüze geliyor. Filmin dramdan ziyade komediye evrilen bir senaryosu var. Hikayenin çıkış noktasıyla farklı olmaya çabalayan film, enkaza dönmekten kendini kurtaramıyor.

Yıldız Karnesi: **

24 Mart 2014

August: Osage County (2013)

2008 yılında Pulitzer ödülü kazanmış aynı isimli tiyatro oyunundan senaryolaştırılan August: Osage County, trajik bir olay sonucu Oklahoma'daki anne evinde bir araya gelen aile fertlerinin geçmişle ve birbirleriyle hesaplaşması üzerine kurulu bir aile draması. Violet (Merly Streep) ile orta yaşa gelmiş üç kızının birbirleriyle olan sorunlu ilişkilerinin masaya yatırıldığı film, hayallerini gerçekleştirmenin, kendi ayakları üzerinde durabilmenin kısacası bireyselliğin fazlasıyla önemsendiği Amerikan toplumunda aile kavramını irdeliyor. Her biri farklı anlamlarda yalnız olan kalabalık bir aile var filmde. İlaç bağımlısı Violet, ailesinden uzakta yaşamayı seçmiş büyük kızı Barbara (Julia Roberts), kendinden başka kimseyi düşünmeyen ortanca kızı Karen, ve gitmeyi değil kalmayı seçmiş küçük kızı Ivy ailenin asıl üyeleri. Bir de bu aileye evlilik yolu ya da kan bağıyla eklemlenmiş aile fertleri var. Violet'in kız kardeşi Mattie Fae, kocası Charles ve oğulları küçük Charles; Karen'in yavuklusu Steve ve Barbara'nın kocası Bill ile kızları Jean bu geniş aile kadrosunu tamamlıyor. Kirli çamaşırların ortaya döküldüğü, hasıraltı edilen sırların açığa çıktığı bu aile toplaşması, yaşanan ufak çatışmalar üzerinden bireyleri dürüst olmaya davet eden bir ortam hazırlıyor. Tabii dürüstlük kimilerinin ağzında acımasızlığa, kin duygusuna ve intikam almaya dönüşüyor. Bu uğurda kalpler kırılıyor, onarılması zor yaralar açılıyor. Senaryo, tren vagonları misali birbirine eklemlenmiş pek çok çatışma üzerinden ilerliyor. Hemen hemen bütün çatışmaların merkezindeyse Barbara var. Kaçmakla suçlanan ama iş Violet ile çarpışmaya geldi mi diğerleri çil yavrusu gibi dağılırken dimdik ayakta duran kişi Barbara. Annesi ile yaşadıklarından devraldığı enkazı kendi kızına yaşatmaktan korkan ve her başı sıkışanın sırrını pasladığı dert küpü de Barbara. Filmin en sevdiğim sahnesi yemek masasında toplanan aile fertlerinin, ilaçlarla kafayı bulmuş Violet'in estirdiği sert rüzgarlar eşliğinde hayatlarının belki de en zorlu yemeğini yemeğe çalışmasıydı. Filmin kadrosuna da değinmeden geçmeyeyim çünkü güzel bir topluluk kendileri. Streep ile Roberts'ı zaten yazmıştım. Bunların dışında ekipte Ewan McGregor, Dermot Mulroney, Benedict Cumberbatch, Margo Martindale, Chris Cooper, Juliette Lewis ve Julianne Nicholson var. Bu yardımcı kadro arasında bütün ekipten rol çalan ve bir adım öne çıkan isim Benedict Cumberbatch'den başkası değil. Sherlock hayranı olduğum için söylemiyorum bunu. Anasının kakıp durduğu, sakar, kendine güveni olmayan (yani Sherlock'un birebir zıttı) Charles rolünde eni topu üç düzgün sahnesi olmasına rağmen çok başarılıydı. Hatta 12 Years A Slave'deki unutulmaya mahkum, silik performansının yanında parıl parıl parlıyordu. Merly Streep'in performanı da hayranlıkla izledim lakin filmde benim gönlümü asıl çalan kişi Julia Roberts oldu. Ödül sezonu favorim de kendisiydi ama kısmet değilmiş. Sıkıntıdan patlayacağımı düşünerek izlemeye koyulduğum ve beklentimi tersine çıkaran August: Osage County karakterleri üzerine yoğunlaşan, düşük tempolu bir aile draması. Türün sevenleri kaçırmasın derim.

August: Osage County
2013 ABD
Yönetmen: John Wells
Yıldız Karnesi: ***1/2

16 Mart 2014

Bahar Okuma Şenliği

Kış Okuma Şenliği için hazırladığım listeyi okumayı bitiremediğimden Bahar Okuma Şenliği'ne katılmayı düşünmüyordum. Ama şenliğin sahibesi Pınar'ın hazırladığı kategorileri görünce önümüzdeki dönemde okumayı düşündüğüm pek çok kitabı olası bir listeye dahil edebileceğimi fark ettim ve hemen kolları sıvadım. Şimdi bir öncekinden daha güzel bir liste var elimde. Hem son dönemde çıkmış bazı kitapları hem de gözümün nuru polisiyeleri eklediğim için pek mesudum. Üstelik yine Türkçe ve İngilizce kitapların bulunduğu iki dilli bir liste oldu. Bir tek şiir kategorisine karar veremedim. Onun dışında her şey tastamam. Bahar Okuma Şenliği 15 Mart-15 Haziran 2014 tarihleri arasında gerçekleşecek. Ayrıntıları ve kuralları okumak için buyrun. Hatta kuralları okumakla kalmayın, katılın!    

6 Mart 2014

The Spectacular Now (Tim Tharp)


Lise son sınıf öğrencisi Sutter Keely -kendi iddiasına göre- okuldaki herkesin birlikte vakit geçirmek isteyeceği biri. Eğlenceli, esprili ve yanından hiç ayırmadığı viski-gazoz karışımıyla efkarlı her arkadaşının imdadına koşmaya hazır. Bir küsüp bir barıştığı sevgilisi ve kızlardan yana talihsiz en yakın arkadaşı Ricky ile lisenin son senesine başlıyor. Yalnız yakasını bırakmayan birtakım dertleri var. Mesela ailesi ile ilişkileri bozuk. Yıllar önce evi terk eden babasını hiç görmemiş. Ablası ve annesiyle de arası düzgün değil. Babasının gitmesinden annesini sorumlu tutan Sutter, yaptığı evlilikle sınıf atlayan ablasına ve züppe bulduğu eniştesine de hoş duygular beslemiyor. Okulunu ciddiye aldığı söylenemez. Sutter'ın gelecekle ilgili hayalleri, gerçekleştirmek istediği planları yok. Onu üniversiteye gitmeye hazırlanan, gelecekleri için heyecanlanan arkadaşlarından ayıran en büyük özelliği de bu. Sutter şimdide yaşamak istiyor. Şimdide yaşamanın zevkini belirsiz yarınlar için harcamak istemiyor. Hani demiş ya John Lennon ''hayat siz başka planlar yapmakla meşgulken başınıza gelenlerdir'' diye. Sutter'ın plan yapmak istememesinin de sebebi bu. Hayatının, o planlar peşinde koşarken, ne yaşadığını anlamadan bitivermesine razı değil. Bu yüzden anı yaşamanın derdinde. Ama gelin görün ki etrafındaki insanlar onunla aynı görüşte değil. Herkes bir telaş içinde, geleceği ile ilgili adımlar atma peşinde. Bir gün Aimee ile tanışıyor Sutter. Ailesi ile sorunları olan, silik, içine kapanık, çekingen bu kızı görünce kendine bir görev uyduruyor: Aimee'yi içine hapsolduğu kabuğundan kurtarmak! Sutter'ı okuması zevkli çünkü esprili bir dile sahip. Hikaye birinci ağızdan anlatıldığı için Sutter'ın hayatını ve hayatındaki kişileri onun bize aktardığı şekliyle biliyoruz. Bu yüzden en iyi Sutter'ı tanımamız gayet normal. Aimee'yi Sutter'dan daha az tanımamızı da sorun etmiyorum. Ama ortada şöyle bir mesele var ki yazar bize Aimee'yi tanımak için yeterince zaman vermiyor. Yani herşey çok çabuk gelişiyor ve değişiyor. Aimee'nin her kabuğunu kırma gösterisi alkolün verdiği cesaretten dolayı gerçekleşirken bir bakıveriyoruz minik tırtılımız karakter değişimi yaşamış. ''Ne zaman oldu bu?'' diyerek sayfaları geriye doğru taramayın zira yanıtı orda değil. Hoşuma gitmeyen bir diğer mesele ise araya sokuşturulan ve sonra doğru dürüst ele alınmayıp geçiştirilen tecavüz hikayesiydi. Böylesine travmatik, yaşayanda derin izler bırakan bir olay ''uyumuş-uyanmış-atlatmış'' üçlemesinde aktarılabilir mi hiç? Sutter'ın alkol bağımlılığı, hikaye onun tarafından aktarıldığı ve kendisi bağımlılığının farkında olmadığı için altı çizilerek gözümüze sokulmuyor. Yaşadığı ufak tefek hadiselerden biz anlıyoruz durumun vehametini. Bizden başka kimsenin bu duruma uyanmaması belki de yazarın Sutter'ın yalnızlığını anlamamızı sağlamak için seçtiği bir yol. Yine de meselenin ciddi olarak ele alınmamasının hikayeyi eksik bırakan bir tarafı da var. Bağımlılığın, koca bir sene boyunca içkiyi elinden bırakmayan bir insanın hayatına yapacağı ciddi etkilerin ele alınmaması, zararsız sorunlar yaratıyormuşcasına geçiştirilmesi bende tecavüz meselesinde olduğu gibi kolaya kaçılıyormuş hissi uyandırdı. Kitabın sonlarına doğru yaşanan ve hafifçe atlatılan bir olayın filmde değiştirilip biraz daha ciddi bir mesele haline getirilmesi belki de bu yüzdendir. The Spectacular Now alkol bağımlısı genç bir adamın varolma sancılarını anlatmaya çalışan ama karakterini, yeterince derinlikli ele almadığı için, bir güzel harcayan bir roman. Yine de Amerika'nın küçük şehirlerinde, parçalanmış ailelerde büyüyen sorunlu ergenlerin ruhsal durumuna dair iyi bir çerçeve çizdiğini söyleyebiliriz.

The Spectacular Now 
Tim Tharp
Knopf Books for Young Readers
Yıldız Karnesi: ***

4 Mart 2014

Philomena (2013)

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama bu sene Oscar Ödülleri'nde En İyi Film Adaylığı alan dokuz filmden altısı (yani üçte ikisi - matematiğim çok iyidir) gerçek hayat hikayesinden uyarlanmış. Bazıları yayımlanmış bir kitaba, bazıları da kitaplaşmamış gerçek hikayelere dayanan bu filmler arasında American Hustle, the Wolf of Wall Street, 12 Years A Slave, Captain Phillips, Dallas Buyers Club ve Philomena var. İrlandalı yaşlı bir kadın olan Philomena Lee'nin (Judi Dench) hikayesini konu edinen Philomena, elli yıl evlat özlemi çeken bir annenin çocuğunu bulmak umuduyla çıktığı yolculuğu anlatıyor. Burada hem fiziksel hem de zihinsel bir yolculuktan bahsediyoruz. Hikayeyi kitaplaştırmak arzusundaki gazeteci Martin Sixsmith (Steve Coogan) ile birlikte İrlanda'dan Amerika'ya uzanan bu hayat hikayesinde Philomena, kendi geçmişiyle yüzleşip içhuzuruna kavuşmaya çalışıyor. 1950lerin Katolik, dindar ve muhafazakar toplumsal yapısı üzerinden inanç, günah, ahlak vs. gibi kavramları sorgulayan filmin epey hüzünlü ve güçlü bir hikayesi var. İzlerken filmin yapmaya çalıştığı ahlaki çıkarımları gayet iyi anlıyorsunuz. Ama gelin görün ki film izleyiciyi aptal yerine koyup bu mesajı sonlara doğru Martin üzerinden dikte etme ihtiyacı hissetmiş. O kısım hem gereksiz kaçmış, hem eğreti durmuş hem de ne gerek var Philomena'nın rolünü çalmaya dedirtiyor. Steve Coogan ile Judi Dench'in kimyası güzel tutmuş. Lakin naif ve naifliğinden dolayı yer yer komik olan Philomena karakteri biraz üstünkörü ele alınmış gibiydi. Karakter analizinden ziyade yaşananlara odaklanan Philomena duygusal konusu ile dikkatleri üzerine çeken bir yapım. Yine de beklentilerinizi fazla yüksek tutmayın derim. 

Philomena
2013 İngiltere-ABD-Fransa
Yönetmen: Stephen Frears
Yıldız Karnesi: ***

2 Mart 2014

12 Years A Slave (2013)

Bu sene En İyi Film kategorisinde Oscar'ı kucaklayacağına birçok eleştirmenin kesin gözüyle baktığı 12 Years A Slave (bu akşam sonucu öğreneceğiz), ülkenin kuzeyinde ailesiyle birlikte özgür bir hayat yaşarken köle tacirleri tarafından kaçırılıp Güney'deki çiftliklerden birine satılan Solomon Northup'ın hayat hikayesinden uyarlanmış bir yapım. Kaçırıldıktan sonra gemiyle güneye gönderilen Solomon, köleleri çırılçıplak soyup alıcıların önünde vitrine çıkaran, çocuklu aileleri parçalamaktan kaçınmayan, her bir köle bedeninin taşıdığı parasal değerle gözleri kamaşmış bir tüccarın kurduğu pazarda yeni sahibiyle tanışıyor. Aşağılanmak, şiddet görmek, güneşin altında saatlerce çalışmak gündelik pratikleri oluyor. Üstelik kendi bedenine yönelmiş şiddetin yanında, zulüm gören diğer bedenlere tanıklık etmeye zorlanıyor. Bütün bu olup bitenin ortasında tutunduğu tek bir dal var: hayatta kalabilme arzusu. Ne olursa olsun kurtulacağına dair umudunu kaybetmeden hayatta kalmaya çalışıyor Solomon. Çünkü yaşadıkları karşısında elinden gelen sadece bu. İngiliz yönetmen Steve McQueen, dönemin toplumsal şartlarını köle bir adamın gözünden, üstelik hiçbir ajitasyona yer vermeden anlatmayı seçmiş. Köleliği Hıristiyanlıkla meşrulaştıran hatta kölelerine İncil okuyan çiftlik sahiplerini öcüleştirmemiş. Filmin en sadist köle sahibi Edwin Epps'i (Michael Fassbander) bile kimi zaman zayıflık belirtileri gösteren bir karakter olarak sunmuş. 1853 yılında yayımlanan ve Solomon'ın hatıralarını anlattığı orijinal kitap ve film arasındaki farklılıkları kitabı okumadan söylemek zor. Elbette arayanın Mevlasını bulduğu bir dönemde yaşıyoruz. İnternetin bir köşesinde bu karşılaştırmayı yapmış bir yazı eminim ki vardır. Araştırmadığım için kurgu mu gerçek mi bilmiyorum ama filmde Brad Pitt'in canlandırdığı karakterin Kanadalı çıkmasını epey yerinde buldum. Genelde bu tarz filmlerde vuku bulan ''white man's burden'' görevine -kısmen- atılmış bir çelme gibi geldi. (Belki de kendimi kandırıyorum) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı için yarışan Lupita Nyong'o gayet akıcı bir performansa sahip. Bu sene ödül sezonunun da gözbebeği oldu. Filmdeki oyunculuğunu beğensem de adaylar arasında favorim olmadığı da bir gerçek (aç parantez-bu kategoride oyum Julia Roberts'a-kapa parantez). En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ı için yarışan Michael Fassbander ise bu kategorideki favorim. Ödülün Jared Leto'ya gideceği az çok belli olsa da bu akşam bir sürpriz yaşanmasını can-ı gönülden diliyorum. Tarihi bir drama filmi olan 12 Years A Slave, Amerikan toplumunda insan ilişkilerini şekillendiren en önemli yapısal meselelerden birinin geçmişine inen ve bunu konuyu dağıtmadan ve karakteri acındırmadan yapan bir film.

12 Years A Slave
2013 ABD
Yönetmen: Steve McQueen
Yıldız Karnesi: ****