26 Şubat 2014

Dallas Buyers Club (2013)

Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée'nin son filmi Dallas Buyers Club, izleyiciyi AIDS hastalığının ortaya çıkıp yaygınlaştığı 1980lere götürüyor. Başlangıçta eşcinsel hastalığı olarak yaftalanan AIDS üzerinden Amerikan toplumuna dair pek çok irdeleme yapan film, gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilerek yazılmış. Hikayenin sahibi Teksaslı Ron Woodroof (Matthew McConaughey) rodeo yarışları, seks ve uyuşturucu üçgeninde hayat sürdüren bir adam. AIDS teşhisi konduktan sonra hayatı değişiyor. Ölümcül bir hastalığı olduğu fikrine alışmaya çalışırken toplumsal hayattan dışlanan ve doktorların 1 aylık ömür biçtiği Ron büyük bir kararlılıkla hastalığı ile mücadeleye koyuluyor. Dallas Buyers Club, hem Ron Woodroof üzerinden başarılı bir karakter incelemesi gerçekleştiriyor hem de AIDS hastalığı üzerinden dönemin ilaç politikasına ve hastalığın toplumsal boyutuna dair çıkarımlar yapıyor. Homofobik Ron Woodroof'un çoğunluğu eşcinsellerden oluşan hasta grubuyla olan iletişimi ve yaşadığı kırılmalar izleyiciye Rayon (Jared Leto) tarafından aktarılıyor. Bir de son derece gereksiz bulduğum, hikayenin medikal tarafını anlatmak için hiç de ihtiyaç duyulmayan doktor Eve Saks (Jennifer Garner) var. Bu sene Ron ve Rayon rolleriyle Altın Küre dahil olmak üzere pek çok ödülü kucaklayan Matthew McConaughey ile Jared Leto'nun performanslarına söyleyecek sözüm yok. Yine de Rayon'un yalapşap aktarılan hatta yer yer araçsallaştırılan karakterinin detaylandırılmasını tercih ederdim. Trans kimliği ve üstünkörü aktarılan ailevi problemlerinden fazlası olmalıydı Rayon. Jennifer Garner'ın karakterini feda edip yan hikaye olarak sadece onu anlatabilirlerdi mesela. Dallas Buyers Club gerek konusu gerek oyunculuğu ile bu senenin izlemeye değer yapımlarından biri. If Istanbul'da kaçırdıysanız vizyon tarihini (7 Mart) sakın kaçırmayın.

Dallas Buyers Club
2013 ABD
Yönetmen: Jean-Marc Vallée
Yıldız Karnesi: ***1/2

24 Şubat 2014

The Wolf of Wall Street (2013)


Martin Scorsese - Leonardo DiCaprio ortaklığının son ürünü the Wolf of Wall Street, New Yorklu borsa komisyoncusu Jordan Belfort'ın hayat hikayesini anlatan bir yapım. Çaylak bir komisyoncu adayından seks ve uyuşturucu bağımlısı zengin bir işadamına dönüşmesine eşlik ettiğimiz Belfort, para kazanma hırsının (ve akabinde elde edilen milyon dolarların) bir insana neler yapabileceğinin yaşayan bir kanıtı adeta. Parayla satın alınabilecek her şeye (lüks villa, arabalar, yat, kat, hizmetçiler, helikopter, özel uçak, aklınıza ne gelirse) sahip bu adamı uyuşturucu ve seks dışında heyecanlandıran hiçbir şey yok. Para içinde yüzen ördek Varyemez Amca'nın ete kemiğe bürünmüş hali olan Jordan tam bir laf ebesi. Ağzını açtığı zaman ikna edemeyeceği kimse yok. Para kazanma ve başarılı olma hırsının önünde hiçbir engel tanımıyor. Alkışların ve elde ettiği zaferlerin sarhoşu. Kendine yönelik tehditlerin hiçbirini ciddiye almıyor. Hem neden alsın ki? Herkesin bir fiyatı olduğundan gayet emin. Yaşadıkları hiçbir zaman ona aksini kanıtlamıyor. Kadınlardan çabuk bıkıp ailesine dair hiçbir sorumluluğu yerine getirmediği gibi ışıltısıyla büyülendiği sahneden inmeyi de bir türlü başaramıyor. Scorsese, Jordan'ın maddiyat içinde kendini yavaş yavaş kaybedişini anlatırken parayla sahip olunabilecek aşırılıkları gözümüze sokmaktan çekinmemiş. Filmde yer alan cinsellik ve uyuşturucu kullanımı birçok izleyiciye aşırı gelebilir. Zira estetik anlatımdan uzak sahneler bunlar. Scorsese yeter artık dediğiniz noktada bile sizi daha fazla sekse ve uyuşturucuya boğmaktan geri durmamış. Film üç saat sürse de tempo son ana kadar korunmuş. Filmin öne çıkan ismi tabii ki Leonardo DiCaprio. Romeo ve Juliet filmiyle tanıştığım ve bir dönem ergen odamın duvarlarını posterleriyle süsleyen bu adama tarafsız davranmam mümkün değil. Bu sene Altın Küre'yi Gatsby rolüyle kucaklayan Leo'nun Oscar'ı da Jordan rolüyle almasını çok ama çok istiyorum. Filmin öne çıkan diğer ismi Jonah Hill'in ise adaylık üstüne adaylık getirecek bir rolde oynadığını pek düşünmüyorum açıkçası. Bu kadar öne çıkmayı başarması filmin yarattığı dalganın etkisi sanırım. The Wolf of Wall Street, Wall Street çalışanlarının işlediği suçların cezai yaptırımına ve toplumsal algıya dair söz de söylüyor. Jordan'ın toplum tarafından nasıl karşılandığına şaşırmamak için gözlerimizi televizyon programında evkadınlarına türlü tavsiyeler veren Martha Stewart'a çevirmemiz yeterli.

The Wolf of Wall Street
2013 - ABD
Yönetmen: Martin Scorsese
Yıldız Karnesi: ****

22 Şubat 2014

The Croods (2013)

Bu senenin popüler animasyonlarından the Croods, daha önce Shrek, Bee Movie, Kung Fu Panda, Madagascar gibi filmlerini izlemiş olduğumuz DreamWorks Stüdyolarının filmi. İzleyiciye macera dolu bir yol hikayesi vadeden yapım, tarih öncesi dönemde yaşayan ama aile yapısı hayalgücünün sınırlarını zorlayacak şekilde(!) Batı toplumlarındaki ailelere benzeyen Croods familyasının hikayesini anlatıyor. Aile üyeleri yırtıcı hayvanların yolları gözlediği, hayatta kalmak için hızlı ve gizli hareket etmenin şart olduğu bu coğrafyada mağaralarının erkeği, ailenin reisi Grug'ın (Nicolas Cage) katı kurallarının dışına çıkmıyorlar. Bir kişi hariç: ailenin asi kızı Eep (Emma Stone). Babasını çok seven ama hayatı keşfetmek için yanıp tutuşan ve bu yüzden kuralları eğip bükmeye meraklı Eep ile Grug, hikayedeki çatışmayı kuruyorlar. İkisi arasındaki ilişkiye, Eep'in tek başına çıktığı kısa maceralardan birinde tanıştığı Guy (Ryan Reynolds) da ekleniyor. Eski ve alışılmış yöntemlere sıkı sıkıya bağlı Grug ile yeni keşiflere açık Guy arasında da ayrı bir çekişme başlıyor. Bu sırada yerkürede gerçekleşmeye başlayan değişikliklerse aileyi öngöremedikleri bir maceraya savuruyor. Aslında the Croods ile ilgili söyleyecek fazla bir sözüm yok. Çizimler, renkler ve seslendirmeler çok iyi. Tempo da filmin sonuna dek düşmüyor. Lakin hikaye bahsettiğim çatışmalar üzerinden ilerlemeye çalışıyor. Eğer kullanılan espriler komik olsaydı bu pek bir sorun teşkil etmezdi. Ama bu önemli malzeme eksik olunca film, ulaşılmak istenen hedefe engelleri aşarak gitmeye çalışan bir video oyunundan farksız kalıyor. Çocuklu aileler için ideal bir film olabilir ama yetişkinleri tatmin etmeyeceği de bir gerçek.

The Croods
2013 - ABD
Yönetmen: Kirk DeMicco - Chris Sanders
Yıldız Karnesi: **

19 Şubat 2014

American Hustle (2013)


David O. Russell'ın the Fighter ve Silver Linings Playbook ile yakaladığı başarının yarattığı beklenti nedeniyle izlemek için sabırsızlandığım bir filmdi American Hustle. Gerçek bir olaydan esinlenerek yazılmış senaryo, FBI soruşturmasına yardım eden dolandırıcı Irving Rosenfeld'in (Christian Bale) hikayesini anlatıyor. Irving, kendisi gibi yoksul bir geçmişten gelip zengin olma hayalleriyle yanıp tutuşan sevgilisi Sydney (Amy Adams) ile kurdukları küçük ölçekli dolandırıcılık döngüsüne suç üstü yapılınca hapse girmemek için FBI ile anlaşmayı kabul ediyor. FBI ajanı Richard Dimaso (Bradley Cooper) liderliğinde, politikacıların karıştığı yolsuzlukların peşine düşüyorlar. Irving'in hayatında Sydney dışında birileri daha var: karısı Rosalyn (Jennifer Lawrence) ve öz çocuğu kadar çok sevdiğini öğrendiğimiz üvey oğlu. Hayatı dolandırıcılık üzerine kurulu bir adamın yalandan dolandan en uzak olduğu -en saf ve derin hisler beslediği- ilişkisi oğluyla olanı. Öyle ki her şeyi bırakıp sevdiği kadınla kaçmak istese dahi oğluna ihanet edemeyeceğinden gidemiyor. Russell'ın yine nevi şahsına münhasır karakterleri var. Her ne kadar kağıt üstünde kulağa çekici gelen karakterlerin içinin yeterince dolmadığı hissine kapılmış olsam da filmin öne çıkan karakteri Rosalyn'i seyretmelere doyamadım. Aptal ayağına yatıp bütün tartışmaları lehine çevirmesine, Irving'e savurduğu tehditlere, irrasyonalitenin sınırında gezinirken yaptığı doğru tespitlere hayran kaldım. Hele hele tek femme fatalliği derin göğüs dekoltesi ve İngiliz aksanıyla ortada endam etmek olan Sydney ile kıyaslandığında daha cesur ve güçlü bir kadın olduğunu görmek içime su serpti. Ayrıca Amy Adams için koparılan bütün bu yaygaraya da bir anlam veremediğimi söylemek isterim. Daha çok sahnesi olmasına rağmen performansı Jennifer Lawrence'ın gölgesinden bir türlü kurtulamadı. Farklı tiplemeleri oynamayı sevdiğini gayet iyi bildiğimiz Christian Bale düzenbaz ama mağdur(!) Irving'i de başarılıyla canlandırmış ama Irving sığ kalınca yarattığı etki minimumda kalmış. Bradley Cooper ise ana kuzusundan hırslarının mağduru olan FBI ajanına giden yolda gayet göz doldurucu. Bu arada ufak bir parantezi Louis C.K. için açmak istiyorum. Komik olmayan/olmaya çalışmayan bir karakteri gayet eğlenceli aktarıyordu. Bu rolü sayesinde ''komik adam''ları canlandırmaktan çok daha fazlasını yapabildiğine şahit olduk. Senaryonun izleyiciyi heyecanın doruğuna çıkarması gereken sahnede güdük kalmasıysa filmin tökezlediği önemli anlardan biriydi. Müzikleri, kılık kıyafetleri, saç-makyaj ve ev dekorasyonları ile 1970leri ayağımıza getiren American Hustle kopardığı yaygaranın altında ezilen, yılın ortalama yapımlarından biri.

American Hustle
2013 ABD
Yönetmen: David O. Russell
Yıldız Karnesi: ***

17 Şubat 2014

Frozen (2013)

Bu sene Altın Küre ve BAFTA ödüllerini kucaklayan, Oscar yarışında ise iddiasını sürdüren Frozen (Türkiye'de gösterime giren ismiyle Karlar Kraliçesi) Walt Disney Stüdyolarının imalatı animasyon bir yapım. Stüdyo, geçtiğimiz sene BAFTA, Oscar ve Altın Küre'de hak ettiği ilgiyi göremeyen Wreck-It Ralph'in ardından bu sene bir prenses hikayesi ile çıkıyor karşımıza. Anne ve babalarını küçük yaşta kaybeden prenses kardeşler Elsa ve Anna'nın hikayesini anlatan film bizi hayali bir ülkenin krallığına götürüyor. Küçükken aralarından su sızmayan iki kardeş, Elsa'nın sakladığı bir sır yüzünden neredeyse birbirlerini görmeden büyüyorlar. Kardeşini korumak için kendini yalnızlığa mahkum eden Elsa'nın tahta çıkma vakti geldiğinde sırlar, tüm misafirlerin önünde ortaya dökülüyor ve Anna ablasıyla ilişkisini düzeltmek için soğuk ve karlı bir maceraya atılıyor. Frozen çizimleri gayet başarılı bir film olmuş. Kullanılan renkler hem estetik anlamda göze hitap ediyor hem de izleyene hikayenin karlı ve soğuk havasını iliklerine dek hissettiriyor. Elsa'nın buzdan şatosu hatta şatoya giden o upuzun merdivenler belli ki nefis bir hayalgücünün, yeteneğin ve uzun uğraşların ürünü. Film bir başka Disney filmi olan Tangled gibi müzikalimsi tarza sahip. Elsa'yı seslendiren Idina Menzel'in söylediği ''Let It Go'' filmin en güzel sahnelerinden birine eşlik ediyor. Küçük kardeş Anna'yı da kalplerimizin Veronica Mars'ı Kristen Bell seslendiriyor. Frozen, Brave'de tutan formülü denemekten kaçınmamış. Prenses ama cesur, güzel ama güçlü iki kızın kardeşliği ve sevgiyi keşfine dair bir macera hikayesi. Brave'deyse iki kız kardeşin yerine hikayenin merkezinde anne-kız ilişkisi vardı. Frozen, mavinin her tonunu göreceğiniz renkleriyle, müzikleriyle, verdiği sevgi içimizde mesajıyla sıkıntılı gününüzü hafifletecek tarzda bir yapım. Prenseslerin incecik vücutlarına, beyaz tenlerine, kalkık burunlarına, uzun gür saçlarına, iri ve renkli gözlerine bakarak filmi izleyecek küçük kız çocuklarına verdiği mesajları göz ardı edip etmemek ise izleyiciye kalmış.

Frozen
ABD 2013
Yönetmen: Chris Buck - Jennifer Lee
Yıldız Karnesi: ***1/2

11 Şubat 2014

Patron Mutlu Son İstiyor (2014)

Patron Mutlu Son İstiyor, başrollerini Ezgi Mola ile Tolga Çevik'in paylaştığı romantik komedi filmi. Kıvanç Baruönü'nün ilk yönetmenlik denemesi olan filmin senaryosunu Yılmaz Erdoğan yazmış. Konusu kısaca şöyle: Senarist Sinan (Tolga Çevik) yapımcısı tarafından yeni bir film senaryosu yazması için Kapadokya'ya gönderilir. Yalnız yapımcının belli istekleri vardır. Film komedi olacak, içinde aşk olacak ve mutlu sonla bitecektir. Üstelik Sinan bu filmi 20 gün gibi kısa bir sürede tamamlamak zorundadır. Kaldığı otelin sahibinin kızı olduğunu tahmin ettiğim Eylül'e (Ezgi Mola) ilk görüşte aşık olan Sinan acı gerçeği kısa sürede öğrenir. Eylül'ün adaleli vücudu ile ekranlarda endam eden oyuncu bir sevgilisi vardır. Bir yandan kalp ağrısı ile diğer yandan yapımcısının sıkıştırmalarıyla baş etmeye çalışan Sinan bir çıkış noktası bulur: kendi yaşadıklarını yazacaktır. Ama bakalım kendi hikayesi mutlu sonla bitecek midir? Vizontele filmlerini ve Organize İşler'i yazan Yılmaz Erdoğan'ın böylesine kötü bir senaryoyu dolaşıma sokacağını tahmin etmek oldukça güç. Yine kendisinin yazıp başrolü oynadığı Neşeli Hayat bile bütünlük ve içerik bakımından bu filmden çok daha iyiydi. Patron Mutlu Son İstiyor'da bir kadın ve bu kadın için rekabet eden iki erkek var. Ama aralarındaki çatışma öyle kötü kurulmuş ki doğru dürüst bir rekabet olduğunu bile söylemek mümkün değil. Üstelik Eylül'e Sinan'ı seçmek için düzgün bir neden de sunulmamış. Tek özelliği sulu şakalar/espriler yapan bir adama aşık olması gerektiğine ikna olacağımızı nasıl düşünmüşler pek anlayamadım. Ayrıca hem Sinan, hem Eylül karakterleri fazla gelişigüzel yazılmış. Sinan rolündeki Tolga Çevik, Arkadaşım Hoşgeldin'deki performanslarından birini sergiliyormuş (misal sarhoş sahnesi), Ezgi Mola ise komik olmayan şakalara zorla gülüyormuş gibiydi. Özensiz diyaloglar, lüzumsuz yan karakterler, başrol oyuncularının arasındaki kimya eksikliği hepsi hikayenin tutmayan mayasına tuz biber ekmişti. Tolga Çevik'in ''ben bir peruğum!'' diye bağıran pejmürde peruğu olmasaydı karakter ne kaybederdi onu da epey merak ettim. Filmde tek hoşuma giden şey Sinan'ın dizüstü bilgisayarının kapağına bantlanmış çeşitli VHS kılıflarının sırt yüzleriydi. Kim düşünmüşse bir senarist bilgisayarı için harika bir tasarım olmuş, ellerine sağlık! Keşke aynı şeyi filmin tamamı için söylemek mümkün olsaydı. Ne yazık ki Patron Mutlu Son İstiyor, zayıf senaryosu, karikatürize karakterleri ve kötü esprileri ile vaadettiği komediyi vermekten epey uzakta bir yapım.

Patron Mutlu Son İstiyor
Türkiye - 2014
Kıvanç Baruönü
Yıldız Karnesi: **

3 Şubat 2014

A Thousand Times Goodnight (2013)


İşte size büyük bir iştahla tavsiye edeceğim bir film: A Thousand Times Goodnight. Randevu İstanbul sayesinde izleme fırsatı yakaladığım Norveç yapımı film (dili İngilizce), savaş fotoğrafçısı bir kadının hikayesini anlatıyor. Rebecca (Juliette Binoche) işinde çok başarılı, prestijli gazetelerle çalışan, deneyimli bir savaş fotoğrafçısı. Gittiği savaş alanlarında yaşanan vahşeti fotoğraflayıp dünyanın dikkatini çekmeye çalışıyor. Mesleğini büyük bir tutkuyla yapan bir kadın. Savaşın hüküm sürdüğü coğrafyaların fotoğrafını çekmek ve verilen yaşam mücadelesini, yaşanan haksızlıkları, çekilen acıları belgelemek Rebecca'nın hayattaki varoluş sebebi. Bu varoluş şekli için ölümü göze almış bir savaş fotoğrafçısının karşısına daha zorlu bir sınavın çıkamayacağını düşünürsünüz belki de. Oysa kazın ayağı öyle değil. Rebecca, eşi ve iki kızının beklentileri ile kariyerinin hatta daha da önemlisi yaşama sebebinin arasında sıkışıp kalıyor. Belki kadın değil de erkek (savaş fotoğrafçısı) olsa kendisinden asla talep edilmeyecek ilgi ve fedakarlık durmadan kapısını çalıyor. Vicdanı onu sürekli sınava alıyor. Yüce aile müessesi ona durmadan asıl kimliğinin ve asıl mesleğinin ne olduğunu hatırlatıyor. Ve Juliette Binoche etrafında kopan feryatların arasında yolunu kaybetmiş, hangi sese kulak vereceğini bilemeyen Rebecca'yı çok ama çok güzel oynuyor. Rebecca, Müslüman/Afrikalı ''siyahların'' yaşadığı coğrafyaları fotoğraflamaya giden Batılı, beyaz bir kadın ve bunun doğurduğu bir güç ilişkisi durumu elbette var. Belki de çok göze sokulmaması ve asıl vurgunun Rebecca ile ailesi üzerinde olması sebebiyle bu alt metin izleyeni fazla rahatsız etmiyor. Büyük çoğunluğu İrlanda'da çekilen film harika görsel sahneler içeriyor ve insanı ''İrlanda'yı görmeden ölmemek'' konusunda ikna ediyor. Filmde Juliette Binoche'a kocası rolünde Nicolaj Coster-Waldau (yani Game of Thrones'un Jaime Lannister'ı) eşlik ediyor. Karısının mesleğinden korkan ve onu seçim yapmaya zorlayan eş rolünde gayet iyi. Yine de karakterinin Rebecca kadar derinlikli olduğu söylenemez. Kariyeri ve ailesi arasında sıkışmış Rebecca'nın hikayesini anlatan bu dram filmini fazla yorgun olmadığınız bir zamana saklayın ama sakın kaçırmayın.  

A Thousand Times Goodnight
Norveç 2013
Erik Poppe
Yıldız Karnesi: ****