New England güneşinin sizi kandırmasına asla izin vermeyin. Hele hele okyanusa açılmaya kalkışacağınız gün asla! Boston'daki ikinci sabahımızda parıl parıl parlayan güneşi görüp attık kendimizi sokağa. İstikamet Charles nehri! Au Bon Pain'in o mis kokulu dükkanında epey vakit harcayıp, nerdeyse her reyonun önünde durup, çay mı yoksa portakal suyu mu, bagel mı yoksa croissant mı gibi envayi çeşit burjuva dertlenmelerinin ardından nehrin yolunu tuttuk (elimdeki tepside 3 adet kahve taşıdığım için ömrümün en dikkatli yolunu yürüdüm). Nehir kenarında çimenlere serilip kahvaltı eden bir biz vardık. Ne de olsa miskin bir milletin pek kıymetli üyeleriydik, popomuzu ağrıtacak şeyler yapmak bizden fersah fersah uzaktı. O yüzden çimenlere serilip midemizi şenlendirirken etrafımızda bir devinim, bir hareket içinde olan, canlılık belirtisi gösteren insanları süzüp, haklarında atıp tutmakla iştigal etmeyi tercih ettik.
Etrafımızdaki herkes (az ilerimizde güneşlenip kitabını okuyan kız hariç) hareket halindeydi. Bir grup insan nehir kenarında koşuyordu (erkeklerin çoğu üst kısmı çıplak koşuyordu. Şimdi bana ne bundan diyebilirsin sevgili okur ama bana önemli bir ayrıntı gibi geldi), diğer bir grup bebek arabası itekliyor, başka bir grup bisiklete biniyor, diğer bir grup avaz avaz bağıran bir antrenörün direktifleri doğrultusunda nehirde kürek çekiyordu.
Kahvaltının ardından gündemin ilk maddesine geçildi: Harvard Üniversitesi turu.
Harvard University
Harvard Üniversitesi 1636 yılında kurulmuş. Armasında latince bir kelime olan "VERITAS" yani "Doğruluk" yazıyor. Kocaman bir kampüsü var okulun. Binalar New England mimarisi ile uyumlu. Kırmızı tuğladan. Harvard, Columbia ve Princeton'dan sonra gördüğüm 3. Ivy League okulu. Güzel bir kampüsü, değişik bir havası var. Ama ben bu üçü arasında en çok Princeton'ı beğendim. Onun gotik tarzı binaları daha etkileyici ve daha güzel. Harvard Square'iın orada ücretsiz "Harvard Unofficial Tours" düzenleniyor. Üniversite öğrencileri gün içinde birkaç defa ana kampüsü gezdirip hikayeler, anekdotlar anlatıyorlar. Biz tur saatlerini dikkate almadan gitmiştik. Gidince fark ettik ki yeni tur başlayalı 15 dakika olmuş. Bir sonrakine de yarım saat var. Turu bir yerden yakalarız diye düşünerek kampüsün içine daldık. Gördüğümüz ilk kalabalığa ilerledik. İngilizce konuşmuyorlar! İkinci kalabalık, onlar da konuşmuyor! Üçüncü kalabalık da konuşmuyor derken İngilizce konuşan, "Hahvahd" yazılı tshirtler giyen biri kız diğeri erkek tur rehberlerini bulduk. (Harvard'ı akın akın turist geziyor. İnsanın okuluna hergün fotoğraf makineli turistlerin gelmesi nasıl bir duygu acaba diye düşündüm, sonra aklıma bizim okula akın akın gelip çimenlerde, manzarada vs. fotoğraf çektiren sınava girecek liseli gençlerin görüntüsü geldi. Tamam aynı şey sayılmaz ama yine de bir fikir veriyor insana.)
Ana kampüsteki highlight'lar şunlar: (1) John Harvard heykeli: Rehberler heykeldeki adamın gerçek John Harvard olmadığını söyledi. Bir de ne yaparsanız yapın asla ayak parmağını ellemeyin. Zira öğrenciler fotoğraf çektiren turistlerle dalga geçmek için üzerine işiyorlarmış (!) (2) Harry Elkins Widener Memorial Library: Çok ilginç bir hikayesi var. Harry Elkins Widener bir işadamı ve kitap koleksiyoncusu. Annesi ve babası ile birlikte New York'a doğru yola çıkan Titanik gemisine biniyorlar. Annesi kazadan kurtuluyor ama Harry ve babası gemiyle beraber kayboluyorlar. Harry, Harvard mezunu olduğu için annesi kitaplarını buraya bağışlıyor ve oğlunun adına dünyanın bu en büyük kütüphanesini yaptırıyor (bu -en büyük- iddiası ne kadar doğru bilemiyorum, ben rehberin yalancısıyım). Oğlunun ve kocasının ölümünden sonra anne kafayı biraz üşütüyor ve oğlunun hayaletinin onu ziyaret ettiğini iddia ediyor. Oğlu ve kocasının boğularak ölmeleri meselesini o kadar ileri götürüyor ve kütüphane karşılığı okul yönetiminden bir söz istiyor: o da her öğrencinin "yüzme" dersi alması ve bu dersten başarıyla ile geçmesi. Okul kabul ediyor. (Büyük yatırım gelecek, neden kabul etmesin tabi!) Rehberimizin dediklerini yanlış hatırlamıyorsam 1970'lere kadar uygulanıyor bu düzenleme. Uygulama kalkana dek, yüzme bilmeyen Harvard mezunu olmuyor. İlla herkes öğreniyor yüzmeyi. (3) John F. Kennedy'nin yurt binası: Kampüste yürürken ahan bu da Kennedy'nin yurt odasının olduğu bina dediler. Gerçi odası durmuyormuş yerinde çünkü o bölümü asansör yapmışlar. (4) Primal Scream: Bu en çok hoşuma giden hikayeydi. Finaller başlamadan önceki son gece, Harvard'ın bahçesinde toplanan öğrenciler çırılçıplak bir şekilde koşmaya başlıyorlar. Bahçede bir müddet tur attıktan sonra önce uğultu başlatıp, ses perdesini yavaş yavaş yükseltip, en yüksek perdeden hep beraber bir çığlık atıp geceyi tamamlıyorlar. Bazı gelenekler üzerinden geçen yıllara direnip ayakta kalabiliyorlar işte. Bir kimliğin parçası olması devam ettirilmesini gerektiriyor. Gerçi katılım nasıl, her sene yüksek mi bilemiyorum. Ama şurası da bir gerçek sayısı ne olursa olsun, her final dönemi kampüste çıplak koşan birileri var!
Whale Watching
Harvard turunun ardından balina turu için Boston'a doğru (Harvard, Cambridge şehrinde ama buradaki şehirler İstanbul'daki ilçeler gibi malum) yola çıktık. 20-25 dakika sonra upuzun bir kuyruğun en arkasında, "acaba balina gelecek mi, gelse bile biz görebilecek miyiz" soruları arasında, tekneye binmeyi bekliyorduk. O kadar insan o tekneye nasıl sığdık bilmiyorum. Tur yaklaşık 3 saat sürecekti onu biliyordum da bu kadar uzun bir yol gideceğimizi tahmin etmemiştim. Git babam git, git babam git. Bir de bi rüzgar, bi rüzgar. Saçlarım oldu papaz. Sol yanağım rüzgardan hafif hafif uyuşmaya başladı. Balina göreceğiz diye felç olmanın bir anlamı olmadığına karar verip, teknenin kenarında konuşlandığımız yerimizi bırakıp, kuytulara sığındık. İyi ki de öyle yapmışız. Git babam git, git babam git. Yol bitmiyor! 1-1.5 saatlik tekne yolculuğunun ardından önce yavaşladık, sonra durduk. Tabi yerimiz kapıldığı için kaldık biz ortada dımdızlak. Elimde fotoğraf makinesi hazır. Hangi yöne gitsem bilmeden bekliyorum. Bütün teknede derin bir sessizlik. İlk balinayı kim görecek stresi yaşanıyor! Ben alık alık bir sağa bir sola bir teknenin arkasına bakınırken, sol cenahta bir boşluk görüp hemen oraya yanaştım. Bir beş dakikalık beklemenin ardından o da ne! balinacık bize kuyruğunu gösterdi!! Teknede bir çığlık bir çığlık... Herkes yanaştı mı sol tarafa.. O sırada balina kayboldu. Bu sefer sağ taraftan bir çığlık geldi. Haydaaa bütün tekne sağ tarafa koşmaya başladı. Şimdi bütün süreci yazmaya kalksam yaz yaz bitmez, en iyisi özetini vereyim sevgili okur: iki tane koccaman balina teknenin dibine kadar gelmekle kalmadı, bize bir de gösteri sundular. Süzgeçlerini kaldırıp pat pat suya vurmalar, kuyruğunu sallamalar, artık hangi numaraları öğrenmişlerse hepsini yaptılar. İçim acıdı. Bu hayvanlar sanki doğal habitatlarının içinde yaşıyorlarmışcasına pazarlanıyor bu turlar, oysa gerçek öyle değil. Ben balinaları yüzerken görmeye razıydım. Aslında sadece yüzerlerken göreceğiz zannediyordum. Böyle oyun yaptıklarını görmek açıkçası hoşuma gitmedi. İnsan elinin değdiği herşey berbat olmak zorunda mı? Bu hayvanlar doğal habitatlarında mı şimdi? Yazın havalar güzelken onlarca tekne her gün habitatlarının yakınına gelip onlara bakmaya çalışmıyor mu? Beslenerek eğitilen balinalar yaşadıkları bu açık denizde özgür mü sahiden? Hem deli gibi üşüdüğüm için, hem de bu düşünceler başıma üşüştüğü için sessiz sessiz oturdum dönüş yolunda.
Fire and Ice
Harvard Square'de gittğimiz bu restoran Amerika'da çok yaygın bir yemek kültürünün parçasıymış meğer. Ben o kültürle ilk kez tanıştım. Sistem (çooook enteresan olmamakla birlikte) şöyle: Tabağınızı alıyorsunuz, açık büfenin önüne gidiyorsunuz. Envai çeşit et (biftek, tavuk, domuz, deniz ürünleri), envai çeşit sebze, envai çeşit sos... Tabağınıza hangi etten hangi sebzeden isterseniz dolduruyorsunuz. Ortada kocaman yuvarlak bir ızgara masası var. 4-5 kişi çalışıyor başında. Tabağınızı veriyorsunuz, ateşe atıp, üstüne istediğiniz sosu döküp pişiriyorlar. Midenizin genişliğine göre kaç sefer yapacığınız size kalmış. Açık büfe yemek mantığının değişik bir versiyonu.
Boston'daki ikinci günümüz bir öncekine göre yorucu geçti. 3 saat okyanus rüzgarı ve havası sersem etti. Ama uyuyup enerji depolamak gerekliydi çünkü ertesi gün dört gözle beklediğim Cape Cod gezisi gerçekleşecekti.
O kampuste cirilciplak kosma gelenegi bizim universitede de ver. Hem de her sene kisin, sifirin altinda eksi bilmemkac derece sogukta "Polar Bear Run" adiyla yapiyorlar. Deli vallahi bu Amerikalilar :)
YanıtlaSilGercekten deliler! Tam onlara gore bir eglence!
YanıtlaSil