"Şükran Günü'nde Florida'ya gidiyoruz" dediğimde arkadaşlarım Miami ya da Keys'e gidiyoruz zannettiler önce. Kocaman kocaman açılan gözler, Orlando lafını duyunca bir küçüldü pir küçüldü sormayın. Meğer Florida'nın raconu Orlando değilmiş. Hatta bir tanesi suratını ekşitti, abartmıyorum. Ona n'oluyorsa! Sanki onu da beraberimizde götürüyoruz.
Newark Havaalanı'ndan kalkan Continental Airlines'a ait uçak ile başladı yolculuğumuz. Yazın üç saatlik Indiana-New York yolunu arkada az sayıda insan oturduğu için kalkamayan, hostesin 2-3 kişi arka tarafa geçebilir mi anonsu yaptığı pırpır uçakla gittiğimiz için, kocaman 3'er koltuklu, kişisel televizyonlu, Boeing uçağı bana saray gibi geldi. Pilot "bumpy" havadan dolayı yemek servisini hosteslere hemen yaptıracağını açıklayınca gerilen sinirlerim, bizim çocukla birlikte UP filmini izlemeye başlayınca sakinledi. Filmden sonra How I Met Your Mother'ın ilk sezon ilk bölümünü ekranda görüp izlemeye başlamıştık ki (Haaave you met Ted?) yayınımız gitti, pilotumuzdan iniyoruz anonsu geldi. (Continental'ı sevdim sevgili okur. Dönüşte Delta ile geldik, onun televizyonu yoktu ama wireless interneti vardı. **Life is always about trade-offs**)
Orlando'nun diğer küçük nüfuslu Amerikan şehirlerinden pek bir farkı yok sevgili okur. Havaalanından çıkıp şehir merkezine giderken gördüğüm yerleşim şekli, kocaman outletler, sağda solda drive-in restorantlar bana Indianapolis'i çağrıştırdı. Yine de Orlando'nun şehir merkezi Indianapolis'inkinden kat be kat iyi. En azından şehirde belediye otobüsü sistemi var. "Ben bir şehrim" havası hakim. Indianapolis'in öyle bir iddiası bile yoktu. "Eyalet başkentiyim ama çaktırma ben bildiğin köyüm" verdiği en açık seçik mesajdı. (Tabi yerlisi bu hayat tarzını benimsemiş oluyordu genellikle. Mesela Chicago'ya gitmek istediğimi söylediğim bir Hoosier bana orasının kalabalık ve tam bir keşmekeş olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Arabalar üstüne üstüne geliyormuş! İstanbul'u görse ne yapar acaba?)
Indianapolis'in şehir merkezinde yerleşim pek yoktu, etrafa serpilmiş çok fazla restorant yoktu. Orlando öyle değil. İnsanlar şehir merkezinde de yaşıyor. Çok fazla pizzacı var, bar var, barlarda Magic maçı seyreden mavi formalı insanlar var. Tatil zamanı olmasa daha bir hareketli olurdu dışarısı. En azından bende öyle bir imaj uyandı. Otele eşyaları bırakıp karnımızı doyurmaya çıktık. Açık bir kafe bulup içeri daldık, açık bir alışveriş merkezi görüp içeri daldık. İçeriler dolu, dışarılar boştu. Otelin hemen arkasındaki Lake Eola'nın etrafında gezinelim biraz dedik. Tabi ki bir allahın kulu yok. Köpeğinin tuvalet ihtiyacını gideren amca hariç. Biraz yürüdükten sonra başlayan yağmurun ve üzerimize çöreklenen yol yorgunluğunun da etkisiyle otelimize geri döndük.
Sevgili yarim, pek muhterem Lonely Planet kitabıma gömülüp okumaya-düşünmeye-planlamaya, ertesi gün neler yapacağız sorusuna yanıt aramaya başladım.
Newark Havaalanı'ndan kalkan Continental Airlines'a ait uçak ile başladı yolculuğumuz. Yazın üç saatlik Indiana-New York yolunu arkada az sayıda insan oturduğu için kalkamayan, hostesin 2-3 kişi arka tarafa geçebilir mi anonsu yaptığı pırpır uçakla gittiğimiz için, kocaman 3'er koltuklu, kişisel televizyonlu, Boeing uçağı bana saray gibi geldi. Pilot "bumpy" havadan dolayı yemek servisini hosteslere hemen yaptıracağını açıklayınca gerilen sinirlerim, bizim çocukla birlikte UP filmini izlemeye başlayınca sakinledi. Filmden sonra How I Met Your Mother'ın ilk sezon ilk bölümünü ekranda görüp izlemeye başlamıştık ki (Haaave you met Ted?) yayınımız gitti, pilotumuzdan iniyoruz anonsu geldi. (Continental'ı sevdim sevgili okur. Dönüşte Delta ile geldik, onun televizyonu yoktu ama wireless interneti vardı. **Life is always about trade-offs**)
Orlando'nun diğer küçük nüfuslu Amerikan şehirlerinden pek bir farkı yok sevgili okur. Havaalanından çıkıp şehir merkezine giderken gördüğüm yerleşim şekli, kocaman outletler, sağda solda drive-in restorantlar bana Indianapolis'i çağrıştırdı. Yine de Orlando'nun şehir merkezi Indianapolis'inkinden kat be kat iyi. En azından şehirde belediye otobüsü sistemi var. "Ben bir şehrim" havası hakim. Indianapolis'in öyle bir iddiası bile yoktu. "Eyalet başkentiyim ama çaktırma ben bildiğin köyüm" verdiği en açık seçik mesajdı. (Tabi yerlisi bu hayat tarzını benimsemiş oluyordu genellikle. Mesela Chicago'ya gitmek istediğimi söylediğim bir Hoosier bana orasının kalabalık ve tam bir keşmekeş olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Arabalar üstüne üstüne geliyormuş! İstanbul'u görse ne yapar acaba?)
Indianapolis'in şehir merkezinde yerleşim pek yoktu, etrafa serpilmiş çok fazla restorant yoktu. Orlando öyle değil. İnsanlar şehir merkezinde de yaşıyor. Çok fazla pizzacı var, bar var, barlarda Magic maçı seyreden mavi formalı insanlar var. Tatil zamanı olmasa daha bir hareketli olurdu dışarısı. En azından bende öyle bir imaj uyandı. Otele eşyaları bırakıp karnımızı doyurmaya çıktık. Açık bir kafe bulup içeri daldık, açık bir alışveriş merkezi görüp içeri daldık. İçeriler dolu, dışarılar boştu. Otelin hemen arkasındaki Lake Eola'nın etrafında gezinelim biraz dedik. Tabi ki bir allahın kulu yok. Köpeğinin tuvalet ihtiyacını gideren amca hariç. Biraz yürüdükten sonra başlayan yağmurun ve üzerimize çöreklenen yol yorgunluğunun da etkisiyle otelimize geri döndük.
Sevgili yarim, pek muhterem Lonely Planet kitabıma gömülüp okumaya-düşünmeye-planlamaya, ertesi gün neler yapacağız sorusuna yanıt aramaya başladım.
Lake Eola'dan Görüntüler