29 Kasım 2009

Episode I: Mission to Orlando

"Şükran Günü'nde Florida'ya gidiyoruz" dediğimde arkadaşlarım Miami ya da Keys'e gidiyoruz zannettiler önce. Kocaman kocaman açılan gözler, Orlando lafını duyunca bir küçüldü pir küçüldü sormayın. Meğer Florida'nın raconu Orlando değilmiş. Hatta bir tanesi suratını ekşitti, abartmıyorum. Ona n'oluyorsa! Sanki onu da beraberimizde götürüyoruz.

Newark Havaalanı'ndan kalkan Continental Airlines'a ait uçak ile başladı yolculuğumuz. Yazın üç saatlik Indiana-New York yolunu arkada az sayıda insan oturduğu için kalkamayan, hostesin 2-3 kişi arka tarafa geçebilir mi anonsu yaptığı pırpır uçakla gittiğimiz için, kocaman 3'er koltuklu, kişisel televizyonlu, Boeing uçağı bana saray gibi geldi. Pilot "bumpy" havadan dolayı yemek servisini hosteslere hemen yaptıracağını açıklayınca gerilen sinirlerim, bizim çocukla birlikte UP filmini izlemeye başlayınca sakinledi. Filmden sonra How I Met Your Mother'ın ilk sezon ilk bölümünü ekranda görüp izlemeye başlamıştık ki (Haaave you met Ted?) yayınımız gitti, pilotumuzdan iniyoruz anonsu geldi. (Continental'ı sevdim sevgili okur. Dönüşte Delta ile geldik, onun televizyonu yoktu ama wireless interneti vardı. **Life is always about trade-offs**)

Orlando'nun diğer küçük nüfuslu Amerikan şehirlerinden pek bir farkı yok sevgili okur. Havaalanından çıkıp şehir merkezine giderken gördüğüm yerleşim şekli, kocaman outletler, sağda solda drive-in restorantlar bana Indianapolis'i çağrıştırdı. Yine de Orlando'nun şehir merkezi Indianapolis'inkinden kat be kat iyi. En azından şehirde belediye otobüsü sistemi var. "Ben bir şehrim" havası hakim. Indianapolis'in öyle bir iddiası bile yoktu. "Eyalet başkentiyim ama çaktırma ben bildiğin köyüm" verdiği en açık seçik mesajdı. (Tabi yerlisi bu hayat tarzını benimsemiş oluyordu genellikle. Mesela Chicago'ya gitmek istediğimi söylediğim bir Hoosier bana orasının kalabalık ve tam bir keşmekeş olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Arabalar üstüne üstüne geliyormuş! İstanbul'u görse ne yapar acaba?)

Indianapolis'in şehir merkezinde yerleşim pek yoktu, etrafa serpilmiş çok fazla restorant yoktu. Orlando öyle değil. İnsanlar şehir merkezinde de yaşıyor. Çok fazla pizzacı var, bar var, barlarda Magic maçı seyreden mavi formalı insanlar var. Tatil zamanı olmasa daha bir hareketli olurdu dışarısı. En azından bende öyle bir imaj uyandı. Otele eşyaları bırakıp karnımızı doyurmaya çıktık. Açık bir kafe bulup içeri daldık, açık bir alışveriş merkezi görüp içeri daldık. İçeriler dolu, dışarılar boştu. Otelin hemen arkasındaki Lake Eola'nın etrafında gezinelim biraz dedik. Tabi ki bir allahın kulu yok. Köpeğinin tuvalet ihtiyacını gideren amca hariç. Biraz yürüdükten sonra başlayan yağmurun ve üzerimize çöreklenen yol yorgunluğunun da etkisiyle otelimize geri döndük.

Sevgili yarim, pek muhterem Lonely Planet kitabıma gömülüp okumaya-düşünmeye-planlamaya, ertesi gün neler yapacağız sorusuna yanıt aramaya başladım.


Lake Eola'dan Görüntüler



10 Kasım 2009

How Does It Feel To Be A Problem?


Photo: Starbucks at Lexington Ave. & 50th street


"Ötekiler"in hikayelerini daha sık dinlersek önyargılarımızı kırmamız kolaylaşır mı? Birbirimizi hikayelerimizle yakalayabilir, ortak bir paydada buluşabilir miyiz? Bir-iki jenerasyon sonra bambaşka anlayış hüküm sürer mi topraklarımızda? 20-30 yıl insan ömrü için uzun bir zaman dilimi ama bir devletin ömründe nedir ki?

Denemeye değmez mi?

5 Kasım 2009

Mr. Big, New York City and a Subway Ride

Metroda tek başıma gidiyorum. Aklımdan binbir düşünce geçiyor. New York, okul, İstanbul'dakiler, Aralık bitmeden yetiştirmem gereken onlarca iş... Metronun içine göz gezdiriyorum. Karşı sıramda iki genç kadın ve bir erkek oturuyor. Fotoğraflarını çekiyorlar birbirlerinin. Üzerlerinde Halloween kostümü yok. Metro yavaş yavaş doluyor. Hazır alınmış kostümler, evde hazırlanmış kostümler, yaratıcı kostümler, sık rastlanan kostümler, rengarenk peruklar, kedi kızlar, kafasında baltalı adamlar, vampirler, kontesler, tam bir curcuna. Önce Lexington'da iniyor bir grup insan. 42'ye geldiğimizde metronun içinde ayakta giden nerdeyse kimse kalmamış. Karşımda oturan grup iniyor. Birden çığlıklarını duyuyorum kızların. Ne oluyor diye gözlerimi onlardan yana kaydırıyorum. Az önce oturdukları yere bakıyorlar, yüzlerinde bir gülümseme, gözlerinde şaşkınlık ifadesi. Ben de tam karşıma çeviriyorum bakışlarımı. Neden attılar ki o çığlıkları?

Tam karşımda oturuyor. Sadece bir saniye sürüyor onu tanımam. Elinde Starbucks kahvesi, ayağında kahverengi ayakkabılar, mavi kot pantalonu ve üzerinde gri-mavi karışımı bir sweatshirt var. Uzun saçları şakaklarında hafif kırlaşmış. Yukarı, metro haritasına bakıyor. 34'de yerinden kalkıyor. İnecek diye yüreğim yerinden oynuyor. Kısa bir süre dışarı bakıp eski yerine oturuyor. Dik dik bakmak istemediğim için sağa sola bakınıp tekrar üzerine getiriyorum bakışlarımı. Son derece cool. Kimseye bakmıyor. Gözü hala metro tabelasında. Başka tanıyan var mı diye metronun içine bakıyorum. Tanıyanlar var ama tanımayan, ya da tanısa da umursamayanlar var. Yol bitmesin istiyorum. Treni iki durak arasında her beklettiklerinde sinirlerim ya hani, bu sefer söz sinirlenmicem. Ama sevgili train dispatcher'ın umrunda değiliz bu akşam. Tıngır mıngır gidiyoruz. Her durakta "acaba inecek mi" stresi yaşıyorum. Hızlıca bakıyorum, yok hareketlenmiyor. 14'te yaşlı bir amca biniyor. O da tanıyor hemen. Show'uyla ilgili sorular sormaya başlıyor. Bir de sırtının ağrısını. Gülümseyiveriyor yaşlı adama. İçten bir gülüş. Yanıt veriyor. Yaşlı amca birkaç soru daha soruyor, gülümseyerek. Onları da cevaplıyor. Sonra susuyor. 8'e geliyoruz. İnmek için ayaklanıyorum. O da kalkıyor. Sol tarafımda kalan kapıya yürüyor. Ben inip sola dönüyorum, o inip sağa dönüyor. O 8'deki merdivenleri kullanacak, ben West 4'a gideceğim için az ilerdekileri.

Yıllarca pek kıymetli DVD'lerimde ve Digiturk'teki tekrarlarda seyrettiğim Mr. Big (Chris Noth) ile 42'den 8'e süren metro yolculuğum böylelikle son buluyor. İçimden çığlıklar atarak merdivenleri çıkıyorum. Elim telefona gidiyor. Böyle bir şeyi kiminle paylaşabilirim? Tabi ki en az benim kadar Sex and the City'ci hemşiremle. Telefona bakıyorum. Türkiye'de saat gece yarısını çoktan geçmiş. Saat farkının bu kadar çok olmasına bi küfür salladıktan sonra telefonu çantama koyup, Waverly Place'den sağa dönüyorum. Halloween Parade'ini birlikte izleyeceğim arkadaşlarla buluşmak için West 4'a doğru yürümeye başlıyorum.

Hava yumuşak ve sıcak. Etraf kostümleriyle endam eden New Yorklularla dolu. Bu akşam Halloween varmış, parade olucakmış, eğlenecekmişiz fasa fiso. Benim için tek bir anlamı var 31 Ekim 2009'un: Ben bu akşam Mr. Big'i dünya gözüyle gördüm!!