26 Kasım 2011

Distopya 101: Fahrenheit 451


Distopyalarla aram olduğu pek söylenemez. Yıllar önce okuduğum ve yarım yamalak hatırladığım 1984'ü saymazsak elime distopik roman almışlığım yoktur. Birkaç hafta önce okuyacağım kitapları not ettiğim defteri karıştırırken gördüm ki listeme kaydettiğim epey bir distopik roman adı var. Hazır Queens Library elimin altındayken (malum kitap satın alma orucundayım) ben en iyisi bunca zamandır ihmal ettiğim distopyalara bir bulaşayım, seversem gerisi kendiliğinden gelir, dedim.

İlk okuduğum roman Fahrenheit 451 oldu. Ray Bradbury'nin 1953 yılında kaleme aldığı hikaye distopik bir gelecekte Amerika'da geçiyor. Kitap okumanın yasaklandığı ve itfaiyecilerin görevinin yangın söndürmek değil yangın çıkararak kitapları yok etmek olduğu bu gelecekte başkahramanımız kendi de bir itfaiyeci olan Guy Montag.

Hayatını belli bir rutinin içinde hiç sorgulamadan yaşayan Montag bir gün komşusu Clarisse ile tanışır. Tanıdığı herkesten farklı genç kızın sorduğu sorular ve bahsettiği konular Montag'ın uyuşmuş zihnini bulandırır. Şimdiye kadar hiç kafa yormadığı konular üzerine düşünmeye başlar. Bu arada itfaiyedeki kariyerine devam eden Montag, yeni bir göreve gider. Yangın çıkartmaya gittikleri evde kitaplarıyla ölmek isteyen yaşlı bir kadınla karşılaşır. İçlerinde ne yazdığını hiç bilmediği kitaplar için bazı insanların ölümü göze alması onu hem şaşırtır hem de derinden etkiler. Kitaplardan birini çalan Montag'ın derin uykusundan uyanışını tetikleyecek olaylar da böylece başlamış olur.

Kitabın en etkileyici yanı Bradbury'nin teknolojiyle değişen insan hayatının geleceği nokta üzerine olan kehanetleri. Fahrenheit 451'de insanların en büyük sosyalleşme aracı duvarlarındaki ekranlar. Üstelik bir değil, dört duvarlarında da ekran var. İnsan ilişkileri herhangi bir duygudan yoksun. Öyle ki eşlerden biri öldüğünde diğeri yasını bile tutmaya gerek görmüyor. Çocuklar sevgisiz, hatta anne-babayla minimum ilişki kurarak yetişiyor. Acil durumlarda bebeği ve anneyi kurtarmak için yapılması gereken sezaryen ameliyatı genel geçer bir norm olmuş. (Günümüzde olduğu gibi) Kadınlar artık doğum yapmıyor zira bebekler vücutlarından "alınıyor". Tıpkı bir kanser virüsünün alınışı gibi. Duyguları yaşamaktan, acıdan, üzüntüden o kadar uzaklaşmış ki insan evladı, normal doğumla dünyaya getireceği çocuğun vereceği acıyı bile duymak istemiyor. Onu insan yapan bütün hislerden kaçıyor.

Bradbury'nin yarattığı dünyada toplum denilen şey hissizleşmiş, uyuşmuş insanlardan oluşan koca bir yığın aslında. Birbirinden habersiz, birbiriyle iletişimsiz koca bir grup. Yaratılan sanal dünyalarda yaşayan, bir türlü mutlu olamayan, içlerindeki boşluğu bir türlü dolduramayan ve bunun nedenini asla anlayamayan insanların topluluğu. Yine de farklı bir gelecek için her zaman umut var. Granger'in söylediği gibi, Zümrüdüanka kuşu misali küllerinden doğabiliyor insanevladı. Üstelik Zümrüdüanka kuşuna bir üstünlüğümüz var. Biz yaptığımız aptal şeyleri hatırlayabiliyoruz. 

4 yorum:

  1. Söylediklerine katılıyorum, çok güzel anlatmışsın bu güzel kitabı.

    YanıtlaSil
  2. selenteen senin bu az sözle çok şey söyleme huyunun nasıl hastasıyım anlatamam. kitabı da o kadar güzel özetlemişsin ki tekrar okuyasım geldi. ben okuduğumda lisedeydim. nerden baksan 12 sene olmuş. konusundan başka hiçbir şeyi hatırlamadığımı fark ettim. bi defa da ingilizcesinden okumayı ekleyeceğim bu yıl yapılacaklar listesine =)

    bir de yine bradbury'nin "something wicked this way comes"ını merak ediyorum. sadece adı için bile okunur sanki bu kitap =)

    YanıtlaSil
  3. KadirBey, nazik yorum icin cok tesekkurler..

    YanıtlaSil
  4. Gosalynmallard, beni utandiriyorsunuz efenim :)

    YanıtlaSil