Theodoros Angelopoulos’un senaryosunu yazıp yönettiği The Weeping Meadow yirminci
yüzyıl Yunanistan’ını ele alan bir üçlemenin ilk filmi. DVD ekstralarında
dinlediğim konuşmasında Angelopoulos, yola
tek film yapma düşüncesiyle çıktığını ama beş buçuk saatlik bir film elde
edeceğini anlayınca fikir değiştirip üçleme yapmaya karar verdiğini söylüyor.
Serinin ikinci filmi, henüz izleme şansı yakalayamadığım 2008 yapımı The Dust of Time. Üçüncü ve
son film Tomorrow hakkında
ise pek dişe dokunur bir bilgiye rastlayamadım.
The Weeping Meadow Rum
mültecilerin 1919’da Odessa’dan Yunanistan’a gelmesiyle başlıyor. Filmin iki
baş karakteri Eleni ve Mihalis daha küçücük iki çocuk. Savaşta ailesini
kaybeden Eleni’yi Mihalis’nin ailesi evlat ediniyor. Selanik yakınlarında, bir
nehir kıyısındaki çayırlık arazide kendilerine bir hayat kuruyor mülteciler.
Eleni ve Mihalis’nin aşkı onlar daha çocukken filizleniyor. Eleni’nin
Mihalis’nin babasıyla evlendirilmesi bile bu aşkı dizginleyemiyor. Kaçan
sevgililerin hayata tutunma mücadelesi, aileleriyle, fakirlikle, 1930’ların
Yunanistan’ındaki faşist eğilimlerle durmadan sınanıyor.
Film Eleni’nin hayat boyu süren “evsizliği” üzerine
odaklanıyor. Neresidir “ev” dediğimiz yer? Toprak parçası mı? Soğuk taştan bir
bina mı? Yoksa sevdiğimiz, “ailem” dediğimiz insanlar mıdır evimiz? Hayatta
sevecek kimsemiz kalmazsa, bizi sevecek kimse kalmazsa, yaşadığımız yerin bir
önemi kalır mı? Böyle bir durumda “ev”imizi sonsuza dek kaybetmiş olur muyuz?
Anne babasız ve doğduğu coğrafyadan uzakta büyüyen, çocuk yaşta “evsiz” kalan
Eleni’nin kendi elleriyle kurduğu küçücük evinin dramı aslında bu film.
The Weeping Meadow şiirsel
bir anlatıma sahip, eşsiz güzellikte sahnelerle bezili, her karesine ayrı ayrı
özenilmiş bir sinema şaheseri. Ağır ağır işleyen anlatımının (yaklaşık üç
saatlik bir film olduğunu not düşeyim) insanın içine işleyen bir yanı var. Bazı
sahneler o kadar yavaş akıyor ki, hani player’ı durdurup bu güzelliği içime
sindireyim demenize gerek kalmıyor, zira yönetmen bunu sizin için yapıyor
(Eleni'nin elindeki örgü yumağının yavaş yavaş söküldüğü sahne favorilerimden
biri). Tek bir kamerayla çekilen uzun sahneler, trenlerin filmdeki kullanılışı,
her daim karanlık gökyüzü, oyuncuların yüzüne hiç yakın çekim yapılmaması
filmle ilgili dikkat çekici ayrıntılar. İzleyicide oluşan “film değil de
tiyatro oyunu izliyormuş” hissinden de bahsetmek lazım. Özellikle bazı
sahnelerde daha kuvvetli duyulan (mesela filmin en başında Eleni’nin nikahtan
sonra kaçtığını biz izleyiciye anlatan yaşlı teyze) bu hisse, Angelopoulos’un
filmdeki tiyatro sahnesiyle gönderme yaptığını düşündük filmi izlerken. Tabi unutulmaması
gereken bir diğer unsur da filmin Eleni Karaindrou imzalı müzikleri.
Angelopoulos DVD ekstrasındaki konuşmasında her ne kadar bir yönetmen için
itiraf etmesi zor bir şey olsa da Karaindrou’nun müziklerinin yaptığı filmleri
“tamamladığını” söylüyor.
Filmin aklıma, ruhuma kazıdığı birkaç sahne.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder