22 Aralık 2011

The Weeping Meadow (2004)

Theodoros Angelopoulos’un senaryosunu yazıp yönettiği The Weeping Meadow yirminci yüzyıl Yunanistan’ını ele alan bir üçlemenin ilk filmi. DVD ekstralarında dinlediğim konuşmasında Angelopoulos, yola tek film yapma düşüncesiyle çıktığını ama beş buçuk saatlik bir film elde edeceğini anlayınca fikir değiştirip üçleme yapmaya karar verdiğini söylüyor. Serinin ikinci filmi, henüz izleme şansı yakalayamadığım 2008 yapımı The Dust of Time. Üçüncü ve son film Tomorrow hakkında ise pek dişe dokunur bir bilgiye rastlayamadım. 

The Weeping Meadow Rum mültecilerin 1919’da Odessa’dan Yunanistan’a gelmesiyle başlıyor. Filmin iki baş karakteri Eleni ve Mihalis daha küçücük iki çocuk. Savaşta ailesini kaybeden Eleni’yi Mihalis’nin ailesi evlat ediniyor. Selanik yakınlarında, bir nehir kıyısındaki çayırlık arazide kendilerine bir hayat kuruyor mülteciler. Eleni ve Mihalis’nin aşkı onlar daha çocukken filizleniyor. Eleni’nin Mihalis’nin babasıyla evlendirilmesi bile bu aşkı dizginleyemiyor. Kaçan sevgililerin hayata tutunma mücadelesi, aileleriyle, fakirlikle, 1930’ların Yunanistan’ındaki faşist eğilimlerle durmadan sınanıyor.

Film Eleni’nin hayat boyu süren “evsizliği” üzerine odaklanıyor. Neresidir “ev” dediğimiz yer? Toprak parçası mı? Soğuk taştan bir bina mı? Yoksa sevdiğimiz, “ailem” dediğimiz insanlar mıdır evimiz? Hayatta sevecek kimsemiz kalmazsa, bizi sevecek kimse kalmazsa, yaşadığımız yerin bir önemi kalır mı? Böyle bir durumda “ev”imizi sonsuza dek kaybetmiş olur muyuz? Anne babasız ve doğduğu coğrafyadan uzakta büyüyen, çocuk yaşta “evsiz” kalan Eleni’nin kendi elleriyle kurduğu küçücük evinin dramı aslında bu film.

The Weeping Meadow şiirsel bir anlatıma sahip, eşsiz güzellikte sahnelerle bezili, her karesine ayrı ayrı özenilmiş bir sinema şaheseri. Ağır ağır işleyen anlatımının (yaklaşık üç saatlik bir film olduğunu not düşeyim) insanın içine işleyen bir yanı var. Bazı sahneler o kadar yavaş akıyor ki, hani player’ı durdurup bu güzelliği içime sindireyim demenize gerek kalmıyor, zira yönetmen bunu sizin için yapıyor (Eleni'nin elindeki örgü yumağının yavaş yavaş söküldüğü sahne favorilerimden biri). Tek bir kamerayla çekilen uzun sahneler, trenlerin filmdeki kullanılışı, her daim karanlık gökyüzü, oyuncuların yüzüne hiç yakın çekim yapılmaması filmle ilgili dikkat çekici ayrıntılar. İzleyicide oluşan “film değil de tiyatro oyunu izliyormuş” hissinden de bahsetmek lazım. Özellikle bazı sahnelerde daha kuvvetli duyulan (mesela filmin en başında Eleni’nin nikahtan sonra kaçtığını biz izleyiciye anlatan yaşlı teyze) bu hisse, Angelopoulos’un filmdeki tiyatro sahnesiyle gönderme yaptığını düşündük filmi izlerken. Tabi unutulmaması gereken bir diğer unsur da filmin Eleni Karaindrou imzalı müzikleri. Angelopoulos DVD ekstrasındaki konuşmasında her ne kadar bir yönetmen için itiraf etmesi zor bir şey olsa da Karaindrou’nun müziklerinin yaptığı filmleri “tamamladığını” söylüyor.

Filmin aklıma, ruhuma kazıdığı birkaç sahne.    
  







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder