3 Kasım 2010

The Secret Life of Bees

The Secret Life of Bees
Sue Monk Kidd
Penguin Books
2002


Sanırım şu aralar en sıkılmadan yaptığım şey Writing for Publication dersi için düzenli olarak fiction okumak. Tek sorun yazın uça coşa aldığım Türkçe kitapları okuyamıyor olmam. Kütüphanenin rafından melül melül bana bakıyorlar; ben de "Tatile girince sizinle ilgileneceğim kuzucuklarım" temalı en Adile Teyze bakışımla yanıtlıyorum onları. Bunun dışında İngilizce kitap okumakla ilgili bir derdim yok. Hatta dersin hocasının dediğine göre yazı yazmamıza etkisi çok büyük olacakmış düzenli İngilizce roman okumanın. Göreceğiz.

Ders için en son okuduğum kitap The Secret Life of Bees oldu. Bundan önce The Virgin Suicides'la intiharın eşiğine geldiğim için midir bilmiyorum bu kitabı çok sevdim. Hatta bir keresinde metronun son durağa geldiğini fark etmedim. Bir anda sessizlik oluşunca etrafta durumun farkına vardım. O derece kendimi kaybetmişim okurken.

The Secret Life of Bees (Türkçe'ye Arıların Gizli Yaşamı diye çevrilmiş ve Klan Yayınlarından çıkmış) uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Aslında hakkında çok fazla bir bilgim yoktu. Herhangi biri de önermemişti ama ismi çok cazip geliyordu. Arılardan çok da hazetmeyen bir insan olarak başladım okumaya.

Romanda olaylar 1964 senesinde Güney Carolina'da geçiyor. Yani beyaz-siyah ayrımının en can acıtıcı şekilde yaşandığı Güney'de, tam da Yurttaş Hakları Kanunu'nun (Civil Rights Act) imzalandığı 1964 senesinde yaşanıyor. Kamusal alanda tam bir siyah-beyaz ayrımının yaşandığı bir Amerika'dan bahsediyoruz. Sadece mahallelerin, okulların, sinema salonlarının, otobüs koltuklarının, lokanta-cafelerin değil, kiliselerin, mezarlıkların, kısacası dinin bile beyaz-siyah diye ayrıldığı bir dönem yaşanıyor Amerika'da. Siyahlara karşı ayrımcılığa hukuksal zemin kazandıran Jim Crow kanunlarının sonuna gelindiğini müjdeleyen bir dönem bu aynı zamanda. Kökü köleliğe dayanan siyah halkın, uğradığı sistematik haksızlıklara/ayrımcılığa/hukuksuzluğa karşı mücadele verdiği, bu uğurda öldüğü öldürüldüğü ama değişimi umutla beklediği, kısacası Amerikan tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisindeyiz romanda.

Romanda çok fazla karakter yok. Emrah Serbes'in romanlarında yaşadığım "haydaa bu kimdi şimdi" gibi sıkıntılar hiç yaşamadım. Benim gibi balık hafızalılar için epey ideal bir kitap. Romandaki ana karakter 14 yaşındaki ergen kardeşimiz Lily Owens. Lily'nin psikopattan hallice babası T. Ray, ev işlerine ve Lily'e bakan Rosaleen, Tiburon'da yaşayan üç kızkardeş: May, June ve August Boatwright, June'un yavuklusu Neil ve arıcılıkta August'a yardım eden Zack. Evet hepi topu bu kadar olan karakterle (dışkapının dışmandalı kadrosundan karşımıza çıkan birkaç tipleme hariç) yaşanan olaylar zincirini anlatıyor kitap.

Lily 14 yaşında, çok küçük yaşta annesini kaybetmiş, babası ve ona bakan siyahi dadısı Rosaleen'le birlikte yaşayan bir kız çocuğu. Babası Lily'e anlamadığımız bir nedenden ötürü hep kötü davranıyor. İşkence sayılacabilecek cezalar veriyor. Bir gün Rosaleen'in başı ırkçı beyazlarla belaya girince Lily çareyi Rosaleen'i de yanına katıp kaçmakta buluyor. Elinde annesinden kalma, arkasında Tiburon, South Carolina yazan bir Black Madonna resmi var. Annesinden geriye kalan izleri sürmek üzere Tiburon'a gidiyorlar Rosaleen'le. Yolları arıcılıkla uğraşan üç kızkardeşle kesişiyor bu küçük kasabada. May, June ve August Boatwright şahsınamünhasır üç siyahi kadın. Lily, arıcılığın, evin dört bir tarafından fışkıran arı balının, ilk aşkın, siyah tenli bir dünyanın tam ortasında annesinin geçmişine dair izleri sürerken, okuyucuya Lily'nin hayatındaki bu dört kadınla evrilen, değişen, gelişen ilişkisini izlemek düşüyor.

The Secret Life of Bees kitabını birçok nedenden ötürü beğendim. Öncelikle kitabın geçtiği tarih daha önce de belirttiğim gibi sorunlu, yaralı bir dönemi mercek altına alıyor. Siyah olmanın hiç kolay olmadığı bir dünyada dimdik ayakta durmayı başaran güçlü dört siyahi kadının hikayesinin Lily'nin kurduğu ilişkiler üzerinden aktarımı çok başarılı. Bol bol dini referanslara başvuran kitapta güçlü dini figür tahmin edileceğinin aksine İsa değil, Meryem Ana. Hem de siyah bir Meryem Ana.

Kitapta vurgulanan bir diğer hadise annelik kavramına yaklaşım. Ebeveyn sevgisinden mahrum büyümüş bir çocuğun, hiç çocuk sahibi olmamış dört kadın tarafından sanki öz kızlarıymışcasına sevilmesi güzel bir tezat olmuş. Ayrıca anneliğe yapılan gönderme, bir çocuğu sevmek için biyolojik bir bağa ihtiyaç duyulamayacağı vurgusu da oldukça önemli.

Lily'nin annesi hariç - ki kendisi bir beyaz- romanda bahsi geçen bütün karakterler çok güçlü. "August ve June'un güçlülüğü su götürmez, ama May ve Rosaleen?" diye sorulacak olursa şöyle izah edebilirim. Rosaleen beyazların karşısında başını eğmeyecek kadar güçlü. Başı belaya girdiğinde Lily özür dilemesi için yalvarırken Rosaleen'in asla boyun eğmemesi, dayağı hatta ölümü bile göze alması onun güçlü yanları. May ile tam da bu ölebilecek kadar güçlü olma noktasında benzeşiyorlar.

Kitabın bir diğer güçlü yanı caregiver'ın siyah kadınlar olması. Belki çok fazla mana yüklüyorum bu siyah-beyaz ilişkilerine ama bir nevi white (wo)man's burden hikayesi yaşanmıyor burada. Bir de tabi Lily karakteri üzerinden siyah ırk-beyaz ırk ilişkisi sorgulanıyor. Lily her ne kadar ırkçı bir çevrede büyümüş de olsa karşı ırka karşı nefret beslemiyor. En büyük sebebi Rosaleen olmalı. Rosaleen'e olan sevgisi, onunla olan ilişkisi siyahilere karşı olan tutumuna da yansıyor. Her ne kadar nefret etmese de Lily'nin siyahi ırktan olanları kendisi ile bir tutmadığı aşikar. Yani Rosaleen'i seviyor ama geğirdiği zaman ondan utanıyor. Keşke biraz daha kültürlü olsa diyor. August'la karşılaştığında şaşırıyor çünkü siyahi bir kadının bu kadar kültürlü olmasını hiç beklemiyor.

Kitapta sevmediğim tek şey Lily'nin babasının bu kadar muğlak yazılmış olması. Çok sığ işlenmiş bir karakter T. Ray. Lily'i neden sevmediğini sonlara doğru biraz anlıyoruz ama aslında tam olarak da anlamıyoruz. Olanlardan Lily'i mi sorumlu tutuyor? Yoksa annesini hatırlattığı için mi kızını sevmiyor? Bir de kitabın sonunda babanın verdiği karar bana çizilen T. Ray karakterine uymamış gibi geldi.

Bu tarz, insan ilişkileri üzerine kurulu kitaplardan hoşlanmıyorsanız the Secret Life of Bees kesinlikle size göre değil. Ama bu tür anlatımları seviyorsanız, bir de üstüne 1960'ların Amerikasında yaşanan ayrımcı siyah-beyaz ilişkisine dair fikir sahibi olmayı arzu ediyorsanız doğru adrestesiniz.