Kaç Zil Kaldı Örtmenim, 1995 senesinde, Diyarbakır'ın Silvan isimli küçük kasabasına tayini çıkan 23 yaşında genç bir öğretmenin hikayesi. Konusu İki Dil Bir Bavul filmini izleyenler için epey tanıdık. Fizik öğretmenliği bölümünden mezun olduktan sonra MEB tarafında Diyarbakır'a atanmasıyla başlıyor Hoca'nımın öyküsü. Ailesi ve arkadaşlarının ikazlarına, telkinlerine rağmen içinden bir ses oraya gitmesi gerektiğini söylediği için düşüyor yollara.
Belki vaziyeti görürse İstanbul'a dönmeye ikna olur diye umutlanan anne babasıyla Diyarbakır'a varıyor. Ertesi gün yapılan kurada kimsenin gitmek istemediği, faili meçhul cinayetleriyle ünlü Silvan çıkıyor şansına. Aile iyice huzursuz. Silvan'daki okulun müdür yardımcısı Ali Bey kurada Silvan'ı çeken öğretmen adaylarını çevresine topluyor. Yaşadıkları tedirginliğin farkında olduğunu belirtip hep beraber Silvan'a kısa bir gezi yapmalarını öneriyor ve kararlarını bu geziden sonra vermelerini rica ediyor. Bu teklifi kabul edip günübirlik Silvan'a gidiyorlar. Günün sonunda kararını veriyor Hoca'nım. Kalıcam diyor. Bir yıl sürecek Silvan macerası da böylece başlamış oluyor.
Romandaki Hoca'nım gibi bir sene Doğu'da bir okulda öğretmenlik yapan Filiz Aygündüz'ün kendi anılarından esinlenerek kaleme aldığı romanın dokunduğu pek çok mesele var. En öne çıkanı tabi ki yabancılık hissi. Dilini bilmediği insanların coğrafyasında, kendi dilini konuşamayan çocukların olduğu bir sınıfta ders anlatması, dahası sınıfın yarısına okuma-yazmayı öğretecek olması da değil sadece. İstanbul'da doğmuş, bütün politik gerilimlerden bihaber büyütülmüş, Doğu'yla ilgili algısı terör üzerinden oluşmuş her bireyin birden kendini o topraklarda bulunca hissedeceği türden bir yabancılık. Dili farklı, etnik kimliği farklı, devletle kurulmuş ilişkisi farklı bir topluluğun ortasında yabancılığının, Türklüğünün iyice ayırdına varıyor Hoca'nım.
Okulda çok zorlanıyor. İletişim kurmak bazen büyük dert. İlkokula gelene kadar Türkçe'nin t'sini duymamış çocuklara okuma yazma öğretmesini istiyor devlet ondan. Öğretemese bir şey olacağından değil de işte... Öğrencileriyle ve yakınlık kurduğu bir avuç Silvanlıyla iletişimi onu kabuk gibi saran birtakım önyargılardan kurtarmaya başlıyor. Yaşadığı coğrafyayı tanıdıkça, ona ısınıyor Hoca'nım. Yine de İstanbul'u, ailesi ve arkadaşlarını, geride bıraktığı konforlu hayatını özlemekten kendini alamıyor. Sonra bir gün karşısına Mehmet çıkıyor. Ve bir Kürt'e aşık oluyor Hoca'nım. Sonrası, hem güzel, hem hüzünlü.
Anlattığı hikayeyi ne kadar önemli bulsam da kitapla ilgili bazı memnuniyetsizliklerim var. Genel eleştirim şu: roman, bütün malzemeleri eksiksiz konan ama kıvamı tutmayan yemek gibi. Sanki yazarın değinmesi gereken meseleleri maddelediği bir check-list'i varmış, listedekilerin hepsini romanın belli yerlerine serpiştirmiş (andımız meselesinde hissettim bunu ilk). Sonra Hoca'nım karakterinin kimi yerlerde derinleştirilmediğini düşünüyorum. Mesela ailesi ile ilişkisi. Sonra ev arkadaşlarıyla ilişkisi. Hatta yer yer Mehmet'le ilişkisinde bile hissettim bunu. Bir de anlatılan hikayeyi okurken olayların 1995'te, yani çatışmaların, olağanüstü hallerin uç seviyede yaşandığı dönemde geçtiği hissine kapıl(a)mıyor insan. Romandaki tek bir hadiseyi çıkartırsak ve okuyucuya tarih vermezsek gayet bugün yaşandığını düşünebilir anlatılanların. O zamanın şartlarını aktarırsa istediğinden daha fazla politik görüneceğini mi düşündü acaba yazar?
Önemli bir konuyu ele alan romanın -bana göre- eksik tarafları var. Yine de Türkiye'de uzun süre dillendirilmemiş bir meseleye değindiği unutulmamalı. Sırf bu yüzden okunmayı hak ettiğini düşünüyorum. (Kitabın Doğan'dan çıkmış olmasıyla ilgili bi takım laflarım var ama hemşirem geçen gün bu eleştirilerimi çok aşırı buldu. Kendime saklayacağım.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder