Ekim ayı hızlı başladı. Önce Zadie Smith'in Hunter College'daki söyleşisine gittik Ece'yle. Zadie Smith New York Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık (Creative Writing) programına 2010 yılında dahil olmuş ve o günden beri burada ders veriyormuş. Nasıl zarif, ses tonu nasıl güzel bir hatunmuş kendisi! Bendeki On Beauty'nin arka kapağındaki resmi resmen kadına haksızlık ediyormuş. Hunter'daki söyleşisine henüz yazmakta olduğu NW isimli son romanının ilk bölümünü okuyarak başladı. İki kadın karakterin diyaloglarının epey yer tuttuğu bu bölümde kadınları farklı tonlamalarla okudu. Dümdüz bir okuma yapmadı. Resmen gözümüzün önünde canlandırdı iki karekteri de. Okumanın ardından dinleyecilerin sorularını yanıtladı. Kitabı için "200 sayfalık çok kısa bir şey" dedi sürekli. Bir dinleyicinin "Kitaplarınızı yazarken sonunun nasıl olacağını önceden kurgulayıp mı yazıyorsunuz?" sorusuna "Hiç kitaplarımdan birini okudunuz mu? Sonunu biliyormuş gibi mi görünüyorum sizce?" diye yanıt verdi. Eskiden daha kolay yazdığını, belki de bu işin gençken daha kolay yapıldığını, eskiden kitaplarına daha çok vakit ayırabildiğini, artık öyle olmadığını, ama yine de her gün kütüphaneye gidip 3-4 saat çalıştığını anlattı. Söyleşinin ardından da biz fanilerin kitaplarını imzaladı.
Zadie Smith söyleşisinden iki gün sonra Lincoln Center'da Nuri Bilge Ceylan söyleşisine gittik bizimçocukla. Söyleşi 49. New York Film Festivali'nin yan etkinliklerinden biriydi. Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi "Bir Zamanlar Anadolu'da" da festival listesindeydi lakin biletler 26 dolar olunca (hep zengin bu New Yorklular!) hevesim kursağımda kaldı. Nuri Bilge Ceylan çocukluk ve ilk gençlik yıllarında neredeyse her gün bir film izlediğinden, üniversitede mühendislik okurken yapmak istediği işin aslında bu olmadığını farkettiğinden, fotoğrafçılığa ve sonrasında da sinemaya yöneldiğinden, sinemayı kitap okuyarak, film izleyerek kendi kendine öğrendiğinden bahsetti. "İlk filminizde neden profesyonel oyuncularla çalışmadınız?" diye soran moderatöre "Ünlü kişilerin büyük isimlerinden korkuyordum. Profesyonel olmayan insanlarla çalıştığınızda sonucu beğenmezseniz filmi çöpe atabilirsiniz." dedi. "Sizi uzun sahneler çekmeye iten şey nedir?" sorusuna "Bu benim ruhumun temposu. Bunlar benim hislerim, verdiğim analitik kararlar değil. Ben o sahnelerin yavaş olduğunun farkında olmuyorum. Bana göre yavaş değiller zaten. Başkaları yavaş diyor. Hayat böyle bir şey ama. Yavaş akan bir şey. Sıkılmak benim için önemli ama izleyici sıkıyor olmak düşüncesiyle ilgilenmiyorum. Hem sıkılmak iyidir. Benim en sevdiğim filmler izlerken hep sıkıldığım filmler olmuştur. İzlerken sıkılırım ama zaman içinde anlarım sevdiğimi." yanıtını verdi. Amerikalı bir amca soru cevap kısmında "Türkiye'de sansür var mı? Müslümanlık karşıtı bir film yapabilir misiniz?" diye tipik bir "Batılı" sorusu sordu. Kendisi dindar Amerikasında din karşıtı neler yapabilir, tabi bir Batılı olduğu için biz Doğulular bu soruyu ona soramadık. Nuri Bilge Ceylan da "Sansür yok. Hem sansür sizi daha yaratıcı yapar. İran sinemasına bakın. Devrimden beri daha başarılılar." diyerek yanıtladı. Söyleşinin ardından bir grup filmi izlemeye giderken biz evimizin yolunu tuttuk. Film Ocak 2012'de New York'ta gösterime girecek deniyor; bekliyorum.
Geçen hafta da Jeffrey Eugenides'in son kitabı The Marriage Plot için Barnes & Noble'da düzenlenen imza gününe gittik Ece'yle. Barnes & Noble çalışanları her seferinde sinirlerimi hoplatacak bir iş yapmayı beceriyorlar. Elimde sürüyle okumadığım kitap olduğu için Eugenides'in son kitabını almayacaktım. Kütüphanemdeki iki kitabını -the Virgin Suicides ve Middlesex'i- attım çantama tuttum kitapçının yolunu. Union Square'deki binanın 4. katında uzuncana bir kuyruk vardı. Sandalyelerin durduğu alana girmek için o kuyruğu geçmek gerekiyordu. Baktım önümdeki herkesin kucağında yazarın son kitabı, kuyruğun bittiği yerde bir kasiyer, kitabın parasını ödeyen içeri giriyor. Daha önce Tina Fey'in imza gününde kitap satın almayanı imzaya sokmadıklarını bildiğimden yine aynı numarayı mı çekecekler diye merak ediyordum. Gözüme kestirdiğim B&N çalışanına "İmza gününe girmek için kitabı satın almak gerekiyor mu?" diye sordum. Kız "hayır" dedi. İyi dedim ben de, beklemeye devam ettim. Sıra önümdeki kadına gelince kadın, "ben kitap almayacağım" dedi. Barnes & Noble çalışanı önce dörtte üçü dolmuş salona baktı, sonra kuyrukta kitap için bekleyen kalabalığa baktı, döndü kadına "sizi oraya oturtabilir miyiz bilmiyorum biraz bekleyin" dedi. Kitabı satın almadık diye sandalye hak etmiyorduk! Tam bu paragözlüklerine cırlamaya, dergiye verdiğiniz ilan da free diyor bu nasıl free demeye hazırlanıyordum ki kız bizi nereye yerleştireceğini bilemediğinden, o sırada akıl danışacağı bir supervisor da göremediğinden "neyse geçin" deyiverdi. Yuh yani! Hatta koca bir YUH! Gönül rahatlığıyla söylebilirim ki Barnes and Noble en sevmediğim kitapçılar listemde zirvede tek başına duruyor. Kucağımdaki kitapları üzerlerine düşürdüğüm iki teyzenin arasına yerleştim. Jeffrey Eugenides de hemencecik geldi. Komik bir adammış. Espriler yaptı. Kitabından bir bölüm okudu. Soruları yanıtladı. İmza sırasında Ece'nin adına nece dedi. İstanbul'a gitmiş onu söyledi. Kitaplarımızı karaladıktan sonra "So long Jeffrey" dedik ve mekanı terk ettik.
eneem görmemişim bunu. yazmışsın sonunda :D Canıtıncığımları falan da yazaydın :P
YanıtlaSilHa bu arada Umberto Eco'da oturtmadılar hakkaten kitap almayanları. Hatta biri 3 kitabını getirmiş Eco'nun, 'onları imzalamak istemeyebilir' dedi kadın yüzsüz yüzsüz. Zaten isim de yazmadı, ismini karaladı, o kadar. Uyuz oldum.
YanıtlaSil