18 Nisan 2011

In A Better World (Haevnen)


Danimarkalı yönetmen Susanne Bier imzalı In A Better World (Haevnen) Danimarka-İsveç ortak yapımı. Filmin orijinal adı Haevnen aslında intikam (Revenge) anlamına geliyor. Buradan filmin bir intikam hikayesini anlattığı düşüncesi çıkabilir. Oysa film pek çok bakımdan birbirinden farklı iki coğrafyada yaşanan şiddeti, onu uygulayanları, ona maruz kalanları ve bu şiddete verilen tepkiyi geniş ilmeklerle birbirine ören bir hikayeyi ele alıyor. 

Filmin konusuna gelince: Anton -açıkça söylenmese de- Sınır Tanımayan Doktorlar benzeri bir kuruluşla birlikte Afrika'da çalışan bir doktor. Afrika'nın hangi bölgesinde olduğu konusunda bir bilgimiz yok. Etraftaki çadırların çokluğundan mülteci kampında çalıştığı fikrine varılabilir. Kampta her türlü dertten muzdarip genç-yaşlı, çoluk-çocuk pek çok hastaya bakılıyor. Ama karşılaşılan en vahşi vakalar Big Man isimli bir caninin (local villain olarak tanıtılıyor filmde) karnını deştiği genç hamile kadınlar. Ne bölgedeki sorun, ne de Big Man'in uyguladığı şiddetin (varsa) başka türleri aktarılıyor izleyiciye. Anlaşılan tek bilmemiz gereken Big Man'in karın deşen bir zalim olduğu. Anton şiddetin şiddetle çözülmeyeceğine inanan bir adam. Hani biri sağ yanağıma tokat atsa ona solu çeviririm diyecek türlerden. Şiddet sadece yeni şiddet türleri doğuruyor onun gözünde. Bu mizaçta bir adam, Afrika kamplarında karnı deşilen kadınları kurtarmakla ugraşıyor. Kaderin cilvesi!

Anton'un eşi ve iki oğlu Danimarka'da yaşıyor. Büyük oğlu Elias okulda bir grup çocuk tarafından sürekli sözlü/fiziksel şiddete maruz kalıyor. Kavga etmediği, dövüşmediği, karşılık vermediği, kısacası erkekliğini ispatlamadığı için devamlı eziliyor, alay konusu oluyor. Hiç arkadaşı yok Elias'ın. Okulun en silik, en zayıf, en "uncool" halkası belli ki. Pek mutlu bir aile hayatı da yok. Anne-babasının evliliği bitme noktasında. Babası devamlı uzakta. 

Christian ise filmin ikinci "problem" çocuğu. Annesinin ölümünün ardından doğup büyüdüğü Londra'yı bırakıp, babasıyla birlikte babanesinin Danimarka'daki evine taşınıyor. Çok hırçın, çok mutsuz. Annesinin ölümünden babasını sorumlu tutuyor. Okula başladığı ilk gün Elias'ın belalıları tarafından itilip kakıldığına tanık oluyor. Ama o Elias gibi değil. Elias'ın 180 derece zıttı. Asla kendini ezdirmeyen, şiddet gördüğünde boyun eğmeyen, karşılık vermekten çekinmeyen bir çocuk. Üstelik verdiği karşılıklar hep şiddetin dozunu artırmaya yönelik. Elias'la aynı sınıfa düşüyor, hatta onunla arkadaş oluyor. Filmin geri kalanını etkileyecek ve hem kendilerinin, hem de ailelerinin hayatlarını değiştirecek olayların tetikleyicisi işte bu arkadaşlık oluyor. 

Ele aldığı konunun önemi, oyuncular/oyunculuk kalitesi ve insanın iştahını kabartan görsel güzelliklerden dolayı başlangıçta epey sevdim filmi. Lakin olayları bağlayış şeklini, yaşanan çabuk değişimleri, kısacası filmin sonunu pek beğenmedim. Sanki çok aceleye getirilmiş bir son gibi geldi bana. Ayrıca Avrupa ve Afrika üzerinden verilen "şiddet" içerikli mesajlarda da ikiyüzlüydü. Bunun dışında güzel yanları yok mu var elbette. Elias ve Christian'ın ilişkisi mükemmel aktarılmış izleyiciye. Elias'ın Christian'a duyduğu hayranlık, edindiği ilk ve terk arkadaşını kaybetmemek uğruna göze aldıkları, Christian'ın hırçın, kavgacı, söz dinlemez tutumları, Elias'ın kendisi gibi olmasını istemesi, kararsızlığını gördüğünde onu reddetmesi, kısacası ikili arasında gelişen gel-gitli arkadaşlık epey iyi kurgulanmış. 

Filmden aldığım mesajlardan biri şuydu: "Şiddet, "barbar, geri kalmış, gelişmemiş" toplumlara özgü bir olgu değil. Refah seviyesi yüksek, gelişmiş toplumların da çözemediği bir sorun. Şiddet her iki tarafta da erkeklik üzerinden kuruluyor. İki tarafta da şiddeti erkekler uyguluyor. Danimarka'da erkekler arasında uygulanan şiddete tanık olurken, Afrika'da erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddeti izliyoruz. Şiddet her yerde var. Sadece seviyesi, şiddeti uygulayanlar ve ona maruz kalanlar farklı." Bu mesajın ilk kısmına katılıyorum. Dünyada hiçbir ülke şiddetten muaf değil. Ama gelişmiş ülkedeki erkek-erkeğe şiddetin karşısına Afrika'da diktatör kılıklı bir adamın kadınlara uyguladığı şiddeti koyduğunuz zaman sunduğunuz denge biraz bozuluveriyor. İkinci coğrafyadaki şiddet ilkine göre daha vahşi, daha barbar, daha kabul edilemez bir hale dönüşüyor. Afrika'nın geri kalmışlığı kadınların karınlarını deşen barbarlarıyla tescilleniyor. Zaten Anton'un iki ayrı şiddet türü karşısında takındığı tavır şiddetler arası bir hiyerarşi de kuruyor.

Afrika'da böyle şiddet yaşanmaz, yaşanmıyordur demiyorum. Demek istediğim şu: Zaten yaftalanmış üçüncü dünyayı, hele hele Afrika gibi bir coğrafyayı anlatırken yaşanan şiddetin hikayesi/arkaplanı kurulsaydı, olay mafyöz kılıklı kara derili caniye indirgenmeseydi, daha sağlıklı bir denge kurulabilirdi iki coğrafya arasında. In a Better World hayali, isteği, arzusu elbette güzel. Ama ele alınan mesele ne yazık ki kolay çözümleri olan bir mesele değil. Hele hele toplumdaki belli yapısal sorunlara işaret etmeden açıklamak, yok etmek için uğraşmak çok zor. Amacı bunlara değinmek olmayan bir film için In a Better World ismi havada asılı kalan iyi bir temenniden öteye gidemiyor ne yazık ki. 

2 yorum:

  1. Ben de karışık duygularla izledim filmi. Bir de Avrupalılar değil de Amerikalılar çekmiş gibi geldi filmi.

    YanıtlaSil
  2. Hangi anlamda Amerikalılar çekmiş gibi? Merak ettim.

    YanıtlaSil