22 Nisan 2011

Les Petits Mouchoirs



Fransız sinemasını seviyorum. Başka bir ülke sineması için bunu söyleyebilir miyim emin değilim ama Fransız filmlerine karşı hep bir sempatim var. Dillerini öğrenmek için verdiğim onca emeğin bunda etkisi var mıdır bilinmez ama konusunu bilmeden, sırf Fransız filmi diye izlediğim filmler mevcut. Les Petits Mouchoirs (Little White Lies, mot-a-mot çeviriyle Little Hankerchiefs) da bunlardan biri. (Tamam itiraf ediyorum; kadroda Marion Cotillard ve François Cluzet’nin olduğunu biliyordum; yani o kadar da rastgele izlemedim.) İnsan ilişkilerine odaklanan, izleyeni sıcacık saran ve son bölümü hariç samimiyetinden hiçbir şey kaybetmeyen bir film Les Petits Mouchoirs.  

Arkadaşları yoğun bakıma kaldırılan kalabalık bir arkadaş grubu Paris’te bir hastane bahçesinde buluşur. Ziyaretin ardından mevzu o yazki tatil planlarına gelir. Her sene grubun yaşça en büyük üyesi Max’ın (François Cluzet) Bourdeaux’daki yazlık evinde toplanıp beraber tatil yapan grup elemanları kararsızdır zira tatile beraber gitmeyi planladıkları arkadaşları hastanenin yoğun bakım servisinde yatmaktadır. Kısa bir tartışmanın ardından nihai karar verilir: arkadaşları olmadan Bourdeaux’ya gidilecek, planlanan 4 haftalık tatil 2 haftaya inecek (Fransa’da yıllık izinler minimum 5 haftaymış, ben de Sicko’dan öğrendim), böylece yoğun bakımda yatan arkadaşları kendine geldiğinde Paris’te olunacaktır.

Arkadaşlarını hastanede yalnız bırakıp tatile gittikleri gerçeğini vicdanlarının bir kenarında asılı bırakıp yola çıkar grup üyeleri. Misafirperver ev sahibi maskesinin ardına saklamaya çalıştığı hesapçı ve cimri kişiliği yer yer su yüzüne çıkan Max, grubun ağbisi. Ömrü kocasının verdiği yersiz tepkileri törpülemekle geçen Vero (Valerie Bonneton) ile evli. İki de çocukları var. Marie (Marion Cotillard) ilişkilerini yataktan öteye taşıyamayan bir kadın. Eric (Gilles Lellouche) sevgilisiyle sorunlar yaşayan, womanizer kılıklı bir adam. Adı sanı pek bilinmeyen bir aktör aynı zamanda. Vincent (Benoît Magimel) eşinden ve arkadaşlarından büyük sır saklayan bir adam. Grubun son üyesi Antoine (Laurent Lafitte) ise eski sevgilisini unutamamış bir adam. Yeniyetme ergenler gibi tepkiler veren, devamlı etrafındakilere kendi “gönül” dertlerini anlatan, kafalarını şişiren, bu vesileyle epey iç bayan bir karakter.

Bu kalabalık ekip ve çocuklar, soğuk bir Nisan gününde izlendiğinde insanı kıskançlıktan çatlatacak güzellikte bir tatilin kollarına atlıyorlar. Ahşap evin bahçesinde yenen uzun akşam yemekleri; gündüzleri güneşin altında çimenlerin üstüne serilmece; tekneyle çıkılan geziler; Max’ın yakın arkadaşı Jean-Louis’nin sahildeki evinde yenen öğle yemekleri ve kokusu burnunuza kadar gelen Akdeniz… Bütün bu eğlencenin, şamatanın, görünüşte harika tatilin üstünü örttüğü, dillendirilmemiş sırlar var. Gün ışığına çıkmayı sabırla bekleyip duruyorlar. Sırlar var dedim ama öyle büyük gizemlerle dolu bir film değil Les Petits Mouchoirs. Biz zaten ne olduklarını az çok biliyoruz, karakterler bilmiyor.    

Rotten Tomatoes’da parlak bir not alamamış amma ben filmi çok sevdim. Öyle büyük iddiaları olan bir film değil tahmin edileceği üzere. Mikro ilişkilere odaklanan, küçük sözler söyleyen, derdini izleyiciye bağırmadan anlatan bir film. Aman da şurada mesajımı vereyim de dersini almayan kalmasın gibi bir tutum içinde hiç değil. Arkadaşlık ne demektir? Vefa bu ilişkinin neresindedir? En yakın dediğimiz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen insanlardan bile sakladığımız sırlar nelerdir? Yakın arkadaş demek illa herşeyi ama herşeyi paylaşmak demek midir? İnsan kendini neden birazcık da olsa gizleme ihtiyacı hisseder?




Goffman’ın The Presentation of Self in Everyday Life kitabını hatırlattı bu film bana. Goffman, bireylerin birbirleriyle olan gündelik ilişkilerinde bir tiyatro sahnesindeymişçesine hareket ettiklerini söyler. Kişiliğimiz, sahne önündeki (front stage) ve sahne arkasındaki (back stage) ben olmak üzere iki parçadan oluşur. Sahne önündeki ben kendimizi karşı tarafa “pazarladığımız,” bizim görünen yüzümüzdür. Sahne arkasındaki ben ise asla göstermek istemediğimiz bendir. Sahne önünde onu hep bastırırız. Guillaume Canet’nin filmindeki karakterler tam da Goffman’ın tarif ettiği gibi birbirlerine “ben”ler sahneliyorlar. Karşısındaki onu nasıl görsün istiyorsa karakter, öyle bir “ben” çıkıyor piyasaya. Tasasız ben, dertsiz ben, terk edilmemiş ben.

Karakterler son derece gerçekçi. Grubun bütün esas üyelerinin (burada kastım evlilik yoluyla gruba dahil olan eşler ve çocuklar dışındakiler) hikayesine odaklanıyor film, bu yüzden de birazcık uzun (2.5 saat) sürüyor. Ama hiiiiiiç baymıyor izleyiciyi. Filmin bir özelliği de tam bir emotional rollercoaster olması. Film, iki sahne önce mizahın tepesinde gezinirken pat diye tepetaklak ediveriyor hikayeyi, dolayısıyla da izleyiciyi. Bu şekilde bir anlatım herşeyden önce filmi olağanlıktan çıkarıyor ve izleyiciye beklemediği twistler hazırlıyor.   

Filmle ilgili sevmediğim tek şey sonu oldu. Toplaşıp günah çıkardıkları kısım çok gereksizdi bana kalırsa. Hikayeyi uzatmaları yetmezmiş gibi bir de sakin sakin, abartısız anlatılan hikayeyi tabiri caizse cheesy bir noktaya taşımışlar. Bir de Jean-Louis karakterinin omuzlarına yüklenen duruştan hoşlanmadım ama sanırım filmin ana düşüncesini onun üzerinden açık açık söyleme gereği hissetmişler.

Les Petits Mouchoirs küçük, samimi hikayesi olan bir film. Oyuncuların hepsi çok güzel. Şarkılar daha da güzel. Sıradan insanların gündelik hayattaki ilişkilerine odaklanan filmleri benim gibi seven biriyseniz (Goffman’ın favori teorisyenlerimden biri olmasına şaşmamalı)  bu film size göre. Paris’i, L’heur d’ete’yi izlediyip beğendiyseniz, bu filme bir şans verin derim. 

4 yorum:

  1. Peşinen uyarı: Spoil içerme ihtimali var.

    Biz de geçenlerde izlemiştik bu filmi. Cenk tabi ki nefret etti. (Herhangi bir Fransız filminden nefret etmesi için filmin kötü olmasına ihtiyaç yok, zira önyargıları 10 kaplan gücünde bu konu için). Ancak benim için büyük umutlarla başlamış olan film sonlarına doğru tam tersi istikamete yöneldi. Bunun çeşitli sebepleri olabilir; mesela bu kadar basit ve günlük bir konunun 2,5 saatte anlatılması gibi. Filmde birçok karakter var ve her karaktere eşit oranda zaman ayrılmaya çalışılmış olması, izlerken beni çok dağıttı. Sürekli bir esas kız, esas çocuk arayışına düşüp bulamama bocalamasını yaşadım. Bu insanlar birbirlerini nereden tanırlar, nasıl böyle arkadaş olmuşlar, insanlıktan bu kadar nasiplerini almayan tipler filmin sonunda nasıl bu şekilde bir araya gelebiliyolar, vs vs. Filmde "o nerden çıktı, şimdi bu niye böyle oldu" dediğim çok yer oldu. Kısacası bazı olayları hiç anlamadım. Oyuncuların adını aklımda tutamama gibi bir eksikliğim vardır, o nedenle tarifle anlatmaya çalışayım, Vincent olsa gerek, o esmer adamı ben çok severim. Ondan tam beklediğim performansı aldığımı söyleyebilirim. Pinti adam da baya canavardı ama diğer oyuncular beni çok da tatmin etmedi. Mesela pintiye aşık olan adam ya da sürekli aşk hayatını anlatıp baygınlık veren adam gibi. Bir de o beyaz saçlı adam hiç mi olmasaydı acaba? Çünkü burda birilerinin dostluk anlayışı o grubunki gibiyse, böyle bir tezata yer verip vurguyu fazla parlatmaya gerek var mıydı bilemedim. İzlerken kabullenmeyi tercih ederdim.

    Tatil sahneleri, yani gerçek anlamda tatil yaptıkları anlar çok güzel çekilmiş. Gidip yanlarına oturasım geldi sık sık. Bir de filmin başındaki o motorlu meşhur sahne, hayatımda izlediğim en etkileyici kaza sahnelerinden biriydi. Oturduğum yerde zıpladım diyebilirim.

    Genel olarak, keşke daha iyi olsaydı dedim film bittiğinde. Bir de daha kısa tabii.

    Yorumum yazından uzun oldu sanırım :) Burada bitireyim ve heyecanla gelecek yazılarını bekleyeyim :)

    YanıtlaSil
  2. Cok sevindim yorumunu gorunce vallahi hem de cocuklar gibi :)

    Benim yorumumda "ihtimali" yok direk spoiler var soylemeden gecmiyeyim!

    Oncelikle o kaza sahnesi muhtesem. Film bittikten sonra 3-4 kere tekrar tekrar izledim. Hatta burada da yazmadim, izlemeden okuyan cikarsa seyir zevki bozulmasin diye. Boyle laylay izlerken aynen senin gibi bi zipladim ben de.

    Surekli askini anlatan ergen kilikli adam uyuz etti beni. Yani canlandirdigi miyminti karakter uyuz etti. O yuzden aferin dedim. Cok da bi olayi yoktu zaten. O grubun en zayif halkasi gibi bisiydi. Max'e asik olan adama da sanirim Max durup durup laf soktugu icin uzuldum mu nedir o yuzden sevdim :) Yoksa onun da karakterinin asik olmak disinda pek bi olayi yoktu. Marie'ye gelince: bi sahne vardi yemek masasinda otururlarken Marie'nin sevgilisi gitar calip sarki soyluyordu o sahnede kadinin sadece yuz ifadesinden duygularinin nasil degistigini anliyordun, iste o sahneye bayildim resmen. Onu da geri alip 3-4 defa izledim sonra :) Beyaz sacli Jean Louis bence de olmasa olurmus. Hele hele sonda cikip siz soylesiniz boylesiniz demesine uyuz oldum. Iyi de sen neden ahlak otoritesi oldun ki bi anda. Bi de en sonda mezarliga artist artist gidip kum filan dokmesi. Bi de sonunda gunah cikarttiklari sahneyi sevmedim zira film Ludi ile olan iliskileri uzerine olan bi film degildi pek. O kiyisindaydi anlatilan seylerin. Yani sen soyle iyiydin bana boyle yol gosterdin cart curt demeleri ic bayiciydi. O sahnelerin olmamasini tercih ederdim. Daha guzel bi son olabilirmis.

    Bu arada 2005 yapimi bi film var adi Paris. Juliette Binoch, Max bi de senin esmer adam oynuyor :) Nefis Paris cekimleri, goruntuleri var. O da ayni bunun gibi micro iliskilere bakiyor. Ben cok sevmistim, tavsiye ederim.

    YanıtlaSil
  3. 2005 demisim, dogrusu 2008 olacak.

    YanıtlaSil
  4. Benim sevdiğim adamın adı Gilles Lellouche'muş :)

    Ben de bu adamı ilk "It had to be you" diye bir filmde görmüştüm. Her ne kadar IMDB puani 5.7 olsa da çok sevmiştim filmi. Meğer nice filmleri varmış!

    YanıtlaSil