Aslında öykü kitabı okumayı çok tercih etmiyorum. Hikaye ve karakterlere tam ısınmışken bitmesinden, yeni bir hikayeye ve yeni karakterlere alışma sürecinden ve bu döngünün kitabın sonuna kadar böyle devam etmesinden hoşlanmıyorum. Saçma bir gerekçe gibi gelebilir kulağa. Ama ani değişiklikten ve yenilikten çok da hoşlanmayan benim gibi biri için gayet mantıklı aslında. Benim bütün huzursuzluğum alışana kadardır. Sadece kitap okurken değil, her şey için bu böyle. Dolayısıyla hikaye kitapları benim için gereğinden fazla ani değişiklik ve alışma süreci demek. Bu yüzden fazla tercih etmiyorum.
Kendimden beklenmeyecek bir performans gösterdim ve geçtiğimiz ay içinde 2 öykü kitabı okudum. İlki Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'i. Daha önceki iki kitabının aksine, okurun karşısına öykü kitabı ile çıkıyor bu sefer. Kitapta sekiz hikaye var. Ergenlik dönemindeki erkek çocuklarının hayatlarından farklı kesitler sunuyor her biri. Kimi çocukların adı var. Kimilerinin yok. Anne-babasını bir trafik kazasında kaybettiği için anneannesi tarafından büyütülen; ağbisini kendine rakip görüp onunla yarışan; ilk aşkı yaşayan; milliyetçiliğin kıskancında kalan; hala arkadaştan sayılmak için onu seven kızı satan; özel ders aldığı yaşça kendinden büyük kıza aşık olan; aşkına karşılık alamayan erkek çocuklarının hikayesi bunlar.
Hikayelerin üstünde örtüştüğü meselelerden biri erkekliğin tanımı sorunsalı. Nedir erkek olmak; ne demektir; ne tür hal ve davranışları gerektirir? Uzun zaman önce hemşiremin gösterdiği bir makale başlığını çağrışıtıyorlar bana: "Erkeklik en çok erkeği yorar." Toplumun biçtiği erkeklik kalıplarını eğip büküp üzerlerine oturtmaya çalışan "küçük" erkekler hepsi. Bir diğer mesele ise erkek çocuğunun en büyük otorite figürü olan baba ile iletişimi (ya da iletişememesi). Freud'un açıklamaktan çok keyif alacağına inandığım durumlar var: babayla edilen kavgalar, içinden çıkılamayan çatışmalar, sürüp giden sorunlar. Sanırım her erkek çocuğu baba ile kavga etmenin, anlaşamamanın mutluluğunu(!) bir gün mutlaka tadıyor. Erkek kardeşim olmadığından "ergen erkek sendromu" nedir bilmiyordum. Kanıtlaması gereken erkekliğinden her gün sınava çekilen erkek çocuklarının yaşadığı gerilimlerden habersizdim. Evet okulda Freud okuduk vs. ama teorik kavramlar yerine elle tutulur hikayelerle karşılaşmak insanı daha çok etkiliyor. Hikayeleri örtüştüren bir diğer mesele de -tabi ki- karşı cinsi fark etme ve cinselliği keşfetme süreci. Bir de tabi "kaybetme" meselesi. Herkesin kaybettiği birileri, ya da bir şeyleri var hayatta. Ben açıkçası Erken Kaybedenler başlığını belli bir gruba yönelik bir tanımlama olarak algılamadım. Neticede hepimiz bir şeyleri kaybediyoruz büyürken. Bu kitabın kaybeden erkek çocuklar ile sınırlı olması bu gerçeği değiştirmiyor diye düşünüyorum.
Kitabın dili her zamanki Emrah Serbes dili. Abartısız, yalın, akıcı. Önceki iki kitabında olduğu gibi okuması rahat. Kendine has espri anlayışı ve tabi ki yaratıcı küfürleri yine sayfalarda yerini almış. Çocukların düşünce yapıları ve kurdukları cümleler biraz "büyümüş de küçülmüş" havası taşıyor. Hepsi yer yer biraz fazla olgun konuşuyor ama hikayeleri enteresan kılan noktalardan biri de bence bu. Yaşanan olayları o yaşta bir çocuk o cümlelerle yorumlayamaz belki ama ileri bir yaştan geriye dönüp baktığımızda neyin neden yaşandığını, aslında ne anlama geldiğini o cümlelerle biz yorumlayabiliriz. Yaşanan çekişmeleri, toplumun biçtiği kıyafetleri ölçüp biçmeleri, içine sığmaya çalışırken meydana gelen gerilimleri biz anlayabiliriz. Zaten kitap da biz anlayalım diye bizim için yazılmış, 15 yaşındaki ergenler okusun ders alsın diye değil.
Benim en sevdiğim hikayeler "Anneannemin Son Ölümü" ve "Kimi Sevsem Çıkmazı" oldu. Birisi açılış, diğeri kapanış hikayesi. Bir yazar hikayelerini nasıl sıralar, neye göre sıraya koyar bilmiyorum ama ikisi de gayet yerinde olmuş.