31 Ocak 2011

Erken Kaybedenler

Aslında öykü kitabı okumayı çok tercih etmiyorum. Hikaye ve karakterlere tam ısınmışken bitmesinden, yeni bir hikayeye ve yeni karakterlere alışma sürecinden ve bu döngünün kitabın sonuna kadar böyle devam etmesinden hoşlanmıyorum. Saçma bir gerekçe gibi gelebilir kulağa. Ama ani değişiklikten ve yenilikten çok da hoşlanmayan benim gibi biri için gayet mantıklı aslında. Benim bütün huzursuzluğum alışana kadardır. Sadece kitap okurken değil, her şey için bu böyle. Dolayısıyla hikaye kitapları benim için gereğinden fazla ani değişiklik ve alışma süreci demek. Bu yüzden fazla tercih etmiyorum.

Kendimden beklenmeyecek bir performans gösterdim ve geçtiğimiz ay içinde 2 öykü kitabı okudum. İlki Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'i. Daha önceki iki kitabının aksine, okurun karşısına öykü kitabı ile çıkıyor bu sefer. Kitapta sekiz hikaye var. Ergenlik dönemindeki erkek çocuklarının hayatlarından farklı kesitler sunuyor her biri. Kimi çocukların adı var. Kimilerinin yok. Anne-babasını bir trafik kazasında kaybettiği için anneannesi tarafından büyütülen; ağbisini kendine rakip görüp onunla yarışan; ilk aşkı yaşayan; milliyetçiliğin kıskancında kalan; hala arkadaştan sayılmak için onu seven kızı satan; özel ders aldığı yaşça kendinden büyük kıza aşık olan; aşkına karşılık alamayan erkek çocuklarının hikayesi bunlar.

Hikayelerin üstünde örtüştüğü meselelerden biri erkekliğin tanımı sorunsalı. Nedir erkek olmak; ne demektir; ne tür hal ve davranışları gerektirir? Uzun zaman önce hemşiremin gösterdiği bir makale başlığını çağrışıtıyorlar bana: "Erkeklik en çok erkeği yorar." Toplumun biçtiği erkeklik kalıplarını eğip büküp üzerlerine oturtmaya çalışan "küçük" erkekler hepsi. Bir diğer mesele ise erkek çocuğunun en büyük otorite figürü olan baba ile iletişimi (ya da iletişememesi). Freud'un açıklamaktan çok keyif alacağına inandığım durumlar var: babayla edilen kavgalar, içinden çıkılamayan çatışmalar, sürüp giden sorunlar. Sanırım her erkek çocuğu baba ile kavga etmenin, anlaşamamanın mutluluğunu(!) bir gün mutlaka tadıyor. Erkek kardeşim olmadığından "ergen erkek sendromu" nedir bilmiyordum. Kanıtlaması gereken erkekliğinden her gün sınava çekilen erkek çocuklarının yaşadığı gerilimlerden habersizdim. Evet okulda Freud okuduk vs. ama teorik kavramlar yerine elle tutulur hikayelerle karşılaşmak insanı daha çok etkiliyor. Hikayeleri örtüştüren bir diğer mesele de -tabi ki- karşı cinsi fark etme ve cinselliği keşfetme süreci. Bir de tabi "kaybetme" meselesi. Herkesin kaybettiği birileri, ya da bir şeyleri var hayatta. Ben açıkçası Erken Kaybedenler başlığını belli bir gruba yönelik bir tanımlama olarak algılamadım. Neticede hepimiz bir şeyleri kaybediyoruz büyürken. Bu kitabın kaybeden erkek çocuklar ile sınırlı olması bu gerçeği değiştirmiyor diye düşünüyorum.

Kitabın dili her zamanki Emrah Serbes dili. Abartısız, yalın, akıcı. Önceki iki kitabında olduğu gibi okuması rahat. Kendine has espri anlayışı ve tabi ki yaratıcı küfürleri yine sayfalarda yerini almış. Çocukların düşünce yapıları ve kurdukları cümleler biraz "büyümüş de küçülmüş" havası taşıyor. Hepsi yer yer biraz fazla olgun konuşuyor ama hikayeleri enteresan kılan noktalardan biri de bence bu. Yaşanan olayları o yaşta bir çocuk o cümlelerle yorumlayamaz belki ama ileri bir yaştan geriye dönüp baktığımızda neyin neden yaşandığını, aslında ne anlama geldiğini o cümlelerle biz yorumlayabiliriz. Yaşanan çekişmeleri, toplumun biçtiği kıyafetleri ölçüp biçmeleri, içine sığmaya çalışırken meydana gelen gerilimleri biz anlayabiliriz. Zaten kitap da biz anlayalım diye bizim için yazılmış, 15 yaşındaki ergenler okusun ders alsın diye değil.

Benim en sevdiğim hikayeler "Anneannemin Son Ölümü" ve "Kimi Sevsem Çıkmazı" oldu. Birisi açılış, diğeri kapanış hikayesi. Bir yazar hikayelerini nasıl sıralar, neye göre sıraya koyar bilmiyorum ama ikisi de gayet yerinde olmuş.

27 Ocak 2011

Emma



Jane Austen denince akla ilk Pride and Prejudice gelir. 1995'te yayınlanan ve Jennifer Ehle ile Colin Firth'ün başrolü paylaştığı mini dizinin bunda etkisi epey büyük olsa gerek. BBC'de yayınlanan bu mini diziyi hemşiremin odasından kendi odama taşıdığım minik ekran televizyonun karşısında, konuşulanları yarım yamalak anlayarak izlediğim geceleri hatırlıyorum. Sonra bir gün TRT 2'nin gece filmleri kuşağında karşıma Emma çıktı. 1996 yapımı, Gwyneth Paltrow'lu Emma, Pride and Prejudice kadar olmasa da, hoşuma gitmişti. Madem iki yapımı da beğendim, oturayım da doğru dürüst romanları okuyayım demiştim.

Lakin Jane Austen ile ilgili şöyle bir maruzatım var: yazdıklarını okuyamıyorum! İçim sıkılıveriyor, bir kaç sayfa sonra kitabı elimden fırlatmak için dayanılmaz bir istek duyuyorum. Sanırım bunda benim de biraz payım var. Türkçe çevirisi yerine ağdalı, you'ların thou olduğu eski İngilizceli versiyonundan okumaya çalıştığım için sıkılmış olma ihtimalim kuvvetle muhtemel. Yine de olayın sadece dil olmadığı, anlatım tarzıyla ilgili hoşuma gitmeyen bir şeyler olduğunu da düşünüyorum. Kitapları okumaya çalışalı epey oldu, bu yüzden nedenler üzerine sağlıklı bir analiz yapmam mümkün değil. Ama şu kadarını söyliyeyim, Jane Austen okumaya elim o günden beri kolay kolay gitmez.

Ama iş sinemaya/televizyona uyarlanmış Jane Austen romanlarını izlemeye gelince iş değişir. Bu yüzden PBS'in 2009 sonbaharında yayınlanan 4 bölümlük mini dizisi Emma'ya rastgelince tereddütsüz başladım izlemeye. Başrollerini Romola Garai (Emma Woodhouse) ve Johnny Lee Miller'in (Mr. Knightley) paylaştığı mini dizide Albus Dumbledore rolüyle (de) hatırlayacağımız Michael Gambon (Mr. Woodhouse) da var. Çekimlerin büyük kısmı İngiltere'deki Kent eyaletine bağlı Chilham'da gerçekleştirilmiş. Seride bol bol seyrettiğimiz muhteşem doğa manzaraları işte buraya ait. Zaten oldukça turistik bir yermiş. Hatta bir çok başka film ve dizinin de çekim yeri olmuş.

Konudan kısaca bahsetmek gerekirse, Emma annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, babası tarafından büyütülmüş üst sınıftan bir kızdır. Ablası evlenip Londra'ya yerleştikten sonra babası ile başbaşa kalır ve hem evin hem de babasının bakımını üstlenir. Emma çöpçatanlık konusunda son derece yetenekli olduğuna inanır. Komşuları ve Emma'nın çocukluktan beri arkadaşı olan Mr. Knightley onu başkalarının işlerine karışmaması konusunda defalarca uyarsa da çöpçatanlık sevdasından vazgeçmez. Üstelik dadısı ile Mr. Weston'ın arasını yapıp evlenmelerine vesile olunca kendine olan güveni iyice artar. Yeni edindiği arkadaşı Harriet üzerinde de "yeteneğini" denemeye karar verir. Oysa bu kararın doğuracağı sonuçlar Emma'nın hayatında pek çok şeyin değişmesine neden olacaktır.

Açıkçası Romola Garai'yi Emma rolünde çok beğendim. Öylesine inandım ki onun gerçekten Emma olduğuna, nasıl Mark Darcy denince aklıma Colin Firth geliyorsa, Emma denince de Romola Garai geliyor artık. Bir de yüz mimiklerini çok başarılı kullanmış, Emma'nın bütün duyguları yüzüne yansıyordu her sahnede. Johnny Lee Miller da ağırbaşlı, olgun, yer yer alaycı, Emma'nın dengeleyicisi ve tamamlayıcısı Mr. Knightley rolünde gayet başarılı. Michael Gambon kızının sağlığı konusunda devamlı evhamlanan, kısa mesafeli bir gezi için bile evden ayrılacak diye kederlenen, otoritesiz baba rolünde çok iyi. Açıkçası geri kalan karakterler arasında da gözüme batan, rahatsız eden kimse olmadı. Dizinin anlatımına yönelik eleştiri getirebileceğim bir nokta Emma'nın geçirdiği dönüşümün çok kısa sürede gerçekleşmesiydi. Elizabeth Bennet'ın yaşadığı dönüşüm aceleye gelmeyen bir dönüşümdü mesela. Bu biraz öyle değil. Hikayeyi bilmeyenler adına fazla detaya girmeyeyim ve o kadar kusur kadı kızında da olur deyip geçivereyim.

Uzun lafın kısası, Emma'yı beğendim. Bazı eleştirmenler "ne gerek vardı canım Emma gibi bilinen bir romanı yeniden uyarlamaya" demişler ama bence haksızlık etmişler. Gerek anlatım, gerek oyunculuk, gerek de İngiltere'nin muhteşem doğa manzaraları nedeniyle Emma gayet de izlenmeye değer.

Not: Tepedeki fotoğrafı arakladığım, diziden nice güzel fotoğrafla bezeli bir tumblr sayfası ziyaret etmek isterseniz buyrun My Dearest Emma

Not2: Romola Garai Emma rolüyle bu seneki Golden Globes'da en iyi (mini dizi) kadın oyuncu kategorisinde adaydı. Ödülü Temple Grandin rolüyle Claire Danes aldı.

Not3: Emma'nın dört bölümü de Youtube'da mevcut. "Emma 2009" diye aratırsanız çıkıyor.

Not4: Televizyon için epey güzel işler yapıyorlar bu aralar. Emma, Al Pacino'lu You Don't Know Jack ve tabi ki aldığı ödülle iyice merak ettiğim Claire Danes'li Temple Grandin bunlardan bazıları.

10 Ocak 2011

Books for Christmas?

Önce bizimçocuk eğlencesine izletti. Sonra başka bloglarda rastladım. Olayı milli bir mesele haline getirmeye çalışan insanlar olduğunu o zaman gördüm. Zaten Youtube'da da bir miktar kötü comment alınca anne ya da babası açıklama yapma gereği hissetmiş oğlumuz bu video'da üç yaşındaydı ve aslında kitapları da seven bir çocuktur sadece Noel'de hediye olarak kitap alınmayacağına inanıyor diye. Huffington Post'un haberine göre bir çocuk kitapları editörü twitter'da "i hate that kid" diye yazmış. Bir başka editör "please tell me he is an anomaly" demiş.

İnsanlar ne kadar acımasız, ne kadar peşinhükümlü. Bir dakikalık bir video'dan çocuk ve ailesi hakkında analizler çıkarıp birtakım yargılara varabiliyorlar. Amerika'nın ignorant, hiç bir şeyden haberi olmayan ortalama insan halini küçük bir çocuğun üstüne yıkıyorlar. Sarah Palin ile bir tutan bile var! Üç yaşında bir veletten bahsediyoruz. Komik işte gül geç. Yok illa bir mesaj verme, bir laf sokma kaygısı. Çocukken, üstelik bu veletten yaşça daha büyük bir veletken, doğum günlerimde ve yılbaşında oyuncak almak isterdim hediye olarak. Kitaba burun kıvırırdım. Bu gayet anlaşılabilecek, çocukça bir istek değil mi?

Bu arada ben en çok eli belinde suratında ciddi bir ifade "Now who are these for?" demesine bayıldım.



Bir sene sonra -geçtiğimiz Noel'de- çekilmiş hediye açma merasimi de burada. Babanın sesindeki endişe ve sonra gelen rahatlama nasıl da bariz. İnsanlar kötü niyetli. Başka bir açıklaması yok bence bir önceki sene aldığı yorumların.



6 Ocak 2011

Kirpiklerimin Gölgesi


"Zehrin tortusu dibe çökeceği yerde kafamda birikti. Çünkü insan vücudunun dibi sanıldığı gibi ayakları değil, kafasıdır, zihnidir. Bütün ömrün tortusu işte buraya çöker."

Şebnem İşigüzel, Kirpiklerimin Gölgesi (s. 70)

Annesini öldüren 11 yaşındaki bir kız çocuğunun karanlık hikayesi. İnsanı rahatsız eden bir kitap Kirpiklerimin Gölgesi. Aslında elime aldığımda sayfaları üçer beşer çevirdiğim, gayet hızlı okunabilen son derece akıcı bir metin. Ama bir yandan da kolay okunamayan bir kitap. Konusu itibari ile insanın kolay kolay okumak istemeyeceği bir hikaye.

Anne katili olmak baba katili olmaya benzemez. Anneye atfedilen değerler babanınkinden farklıdır. Bir kere anne dokuz ay karnında taşır bebeğini. Sıkıntılı, zahmetli bir iş olmasının yanı sıra anne ile bebek arasında kurulan bir bağ vardır hamilelikte. Annenin vücudunun içinde ama aynı zamanda annenin dışında bir varlıktır bebek. Anneden beslenir. Kımıldar, hareket eder. Anne onu hisseder. Ama anneden bağımsız da bir bireydir aynı zamanda. Annenin dışındadır. İşte bu şahsına münhasır durum anne ile bebek arasındaki ilişkiyi babanınkinden farklı kılar.

Üstelik annenin koşulsuz şartsız bebeğini seveceğine, onu her türlü kötülükten koruyup kollayacağına dair genel bir kabul görüş vardır. Babadan kötülük gelebilir belki ama anneden gelmez. Anne gerekirse canını feda edendir. Bu yüzden anne katili olanı anlayamaz insanlar. Baba katili olan tarihte çok ama ya anne? Sanırım bu yüzden Türkiye'de yakın geçmişte gazetelerde geniş yer bulan iki anne cinayeti bu kadar şaşırttı insanları.

Şebnem İşigüzel'in de romanı bir anne katliyle açılıyor. Henüz 11 yaşındaki roman kahramanımız (adını hiç öğrenemiyoruz), bize annesini öldürdüğünü söylüyor. Sonra da polisi arayıp kendini ihbar ediyor. Yolun kenarına oturup polisin gelmesini bekliyor. Bu bekleyiş sürecinde bizimle beraber geçmişe dönüyor ve hikayesini anlatmaya başlıyor. Henüz 11 yaşında bir çocuğun aklınızın köşesinden geçirmeyeceğiniz türde şiddetle dolu hikayesini. Ne karakterin, ne de yaşadığı yerin ismi var. Her hangi bir şehirde, her hangi bir kız çocuğunun başından geçiyor olabilir. Yan komşunun kızı olabilir. Servis şoförünün kızı, bakkalın yeğeni olabilir. Olabilir. İlla ormanın içindeki bir kulübede değil, İstanbul'un en nezih semtinde yaşanıyor olabilir. (Gerçi yazar buna ne kadar vurgu yapıyor, söylemek istediği şeylerden biri gerçekten bu mu emin değilim. Zira karakterin karşısına çıkan iyilik timsali insanlar hep orta-üst sınıftandı.)

Sadece ensest ilişki/tecavüzle derdi olan bir roman değil Kirpiklerimin Gölgesi. Başka başka meselelere de el atıyor. Milliyetçilik bunlardan birisi. Yazar açıkça bahsetmemiş ama tahminime göre ana karakterin anneannesi Ermeni dönmesi. Katledilen onca insan hayatı, bizden olmayanı yaşatmayız anlayışı, açık açık yazılmasa da Türkiye'nin karanlık geçmişi ile de kısacık bir hesaplaşma da var romanda. Üstelik bu hesaplaşma romanın sonlarına doğru epey ön plana çıkıyor hatta kısa bir süre için temel hikayenin de önüne geçiyor.

Romandaki anlamlı eleştirilerden birisi de aile kavramına yapılıyor. Bize çocukluğumuzdan beri aşılanan mutlu aile tablosunu alt üst eden bir tarafı var romanın. Aile denen şey herkesin birbirini sevdiği, saygıda kusur etmediği kutsal bir yer değil aslında. Evet mutlu çocukluk, mutlu aile var ama bu genel geçer bir norm değil. Aileyi kutsal bir kurum olarak gören bu anlayışın örtemediği gerçeklikler var. Ailede şiddet var, dayak var, tecavüz var, ensest ilişki var. Ölüm var ailede. Aileyi kutsal saymakla da yok olmuyorlar.

Bir diğer mesele de sanırım dini inanışla ilgili. Dinin kendisi ile değil ama inanış şekliyle. Her şeyin Allah'tan geldiğine inanılan bir coğrafyada 11 yaşında küçük bir kız çocuğuna nasıl anlatacaksınız uğradığı tecavüzlerin, yaşadığı şiddetin, sevgisizliğin başına neden geldiğini? "Sebat et" mi diyeceksiniz, "vardır elbet bir sebebi". Koca bir yangın yeri gibiyken ortalık ve kimsenin sesi çıkmıyorken ve her gören üstelik bu büyük ayıba ortak olmayı seçiyorken nasıl açıklayacaksınız olan biteni?

En başta dediğim gibi okuyucuyu rahatsız eden bir roman Kirpiklerimin Gölgesi. Sert bir anlatım tarzı var. Elinden bırakmakla devam etmek arasında bocalatan bir kitap. Serbest çağrışımlarla hikayeyi anlatıyormuş gibi görünmesine rağmen kendi içinde tutarlı bir kurgusu var. Dili sade. Anlattığı şeyse yürek kanatacak cinsten.

2 Ocak 2011

Bir Dost


Polisiye tarzı kitapları küçüklüğümden beri severim. Bu sebepten dolayı Alexandre McCall Smith'in No. 1 Ladies Dedective Agency serisine balıklama atladım. Kitap zevkine güvendiğim, benim gibi polisiye roman tutkunu bir arkadaşım, serinin üçüncü kitabı için negatif bir yorum yazmıştı ama belki ilk kitap güzeldir diyerek başladım okumaya. Başlamaz olaydım. Ellerim kırılaydı da ilk sayfasını çeviremeyeydim.

Aslında hikayenin çıkış noktası enteresan. Botswana'da yaşayan Precious Ramotswe babasından miras kalan hayvan sürüsünü satıp eline geçecek parayla bir dedektiflik bürosu açmaya karar verir. The No.1 Ladies' Dedective Agency böylece kurulmuş olur. Ramotswe yıllar önce bir evlilik yapmış, bu evlilikten hamile kalmıştır. Doğumdan sonra bebeğini kaybetmiş, kocası ile de yolları ayrılmıştır. O gün bu gündür aşkla meşkle işi olmaz. Bir kadına yakıştırılmayan mesleklerden birine el atar ve dedektif olur. Yani düşününce sadece Afrika'da bir dedektiflik bürosu açan kadın karakter fikri enteresan. Geri kalan kısımlar biraz fazla klişe. Zaten kitap da klişelerle dolu. Kadın erkek eşitliğini bodoslama bir Batılı anlayış üzerinden vermeye çalışan yazarın yaptığı kötü genellemeler yüzünden kitabın sayfalarını koparıp koparıp yiyesim geldi. Bir yandan tam bir Batılı kibri ile "kadın erkek eşittir, her kadın erkeklerin yaptığı işleri yapabilir, misal dedektif olabilir" mesajını verirken, sapına kadar cinsiyetçi söylemleri kullanmaktan kaçınmıyor yazar. Kadın eli değen her ev çok güzeldir gibi ucuz cinsiyetçi söylemler bile vardı kitapta. Kurgu yok. Dedektiflik hikayeleri yaratıcılıktan uzak. Dili kötü. Ama allah McCall Smith'e yürü ya kulum demiş bi kere. Kitap tutmuş. Tutmakla kalmamış 10 tane de devam kitabı çiziktirmiş McCall Smith efendi. Bir de dizisini çekiyorlar. Bu sene HBO kanalında yayınlanmaya başladı.

Nasıl bu kadar popüler olmayı başarmış bir türlü anlamadım. Ben resmen nefret ettim kitaptan. Elime alıp okumak içimden gelmediği için uzun süre ilerleme kaydedemedim. Zira başladığım bir kitabı, isterse dünyanın en kötü kitabı olsun, ortasında bırakıp başka bir kitaba geçemiyorum ben. İlla bitirmem lazım. Anca okul kapandıktan sonra aldım elime. Kimi yeri hızla scanledim ama nihayetinde yarıda bırakmadım, okuyup bitirdim.

Türkçe'ye tercüme edildi mi bilmiyorum. Üşendiğim için bakmadım. Ama olur da bir yerde karşınıza çıkarsa yapacağınız şey basit. Sırtınızı kitaba dönün, hızlı adımlarla olay mahalini terk edin. Yoksa hayat çok üzücü bir hale gelebilir.

İmza: Bir dost.