Neredeyse herkesin izlediği ve ezbere bildiği filmin hikayesinden kısaca bahsedip pek kıymetli yorumlarıma geçeyim zira bininci baskı olacak olur da bu yazıyı okuyan olursa onlara. Bir Amerikalı çiftimiz var. Gil, yıllardır Hollywood'da işler yapmış, şimdi de ilk romanı üzerinde çalışan bir senarist. Nişanlısı Inez ise açıkçası ne üdüğü belirsiz bir hatun. Bir yerde mesleğine filan değiniyorlarsa ben kaçırmışım. Ana babası karun kadar zengin. Materyalist, Malibu'daki havuzlu evini bırakıp Paris'e taşınmayı hayal bile edemeyen, sanatla sırf laf olsun torba dolsun diye ilgilenen, entelektüel birikimden fersah fersah uzak, en son ne zaman kitap okumuştur Allah bilir-vari bir kadın. Gil'in kitap yazma çabasını da pek ciddiye aldığı söylenemez. Gil ise romantik, sanat ve edebiyata düşkün, entelektüel birikimini Inez'in eski sevgilisi Paul gibi gösteriş için kullanmayan, Hollywood'un yapaylığını bırakıp Paris'te yaşamaya dünden razı bir adam. Tabi bu iki karakter akla şu soruyu getiriyor: Bunların birbiriyle işi ne? Neyse, üstümüze vazife değil bu iki ayrık otunun neden bir arada olduğunu sorgulamak, aşkın gözü kördür deyip geçiverelim bu kısmı.
Çiftimiz Paris'e Inez'in ailesiyle birlikte tatil yapmaya gelirler. Gil filmin en başında Inez'e "Bu şehir 1920'lerde kimbilir nasıldır? Yazarlar, sanatçılarla dolu yağmurlu bir Paris hayal et" der. Sonra bir gece yalnız başına Paris'i arşınlarken önünde 1920'lerden fırlama bir otomobil durur ve otomobildekiler Gil'i içeri davet ederler. Kulun istediği bir göz Allah verdi iki göz, Gil kendini bir anda 1920'lerde Paris'te yaşamış edebiyatçıların ve sanatçıların arasında fink atarken bulur. Kimler yoktur ki Gil'in yeni dünyasında: Picasso, Dali, Hemingway, Fitzgerald'lar daha kimler kimler ve pek tabi ki Picasso'nun sevgilisi ve modeli güzeller güzeli Adriana. Gil için hayat birden güzelleşir: hem dünya güzeli bir kadınla tanışmıştır, hem de sanat edebiyat dolu, entelektüel bir çevreye kavuşmuştur. Gil, Inez'e filmin en başında söylediği hayalini yaşamaya başlar böylece.
Çiftimiz Paris'e Inez'in ailesiyle birlikte tatil yapmaya gelirler. Gil filmin en başında Inez'e "Bu şehir 1920'lerde kimbilir nasıldır? Yazarlar, sanatçılarla dolu yağmurlu bir Paris hayal et" der. Sonra bir gece yalnız başına Paris'i arşınlarken önünde 1920'lerden fırlama bir otomobil durur ve otomobildekiler Gil'i içeri davet ederler. Kulun istediği bir göz Allah verdi iki göz, Gil kendini bir anda 1920'lerde Paris'te yaşamış edebiyatçıların ve sanatçıların arasında fink atarken bulur. Kimler yoktur ki Gil'in yeni dünyasında: Picasso, Dali, Hemingway, Fitzgerald'lar daha kimler kimler ve pek tabi ki Picasso'nun sevgilisi ve modeli güzeller güzeli Adriana. Gil için hayat birden güzelleşir: hem dünya güzeli bir kadınla tanışmıştır, hem de sanat edebiyat dolu, entelektüel bir çevreye kavuşmuştur. Gil, Inez'e filmin en başında söylediği hayalini yaşamaya başlar böylece.
Filme ilgili *precious* yorumlarıma gelince: Açılıştaki tablo gibi sahnelere hayran kalmayan yoktur herhalde. Gerçi balayı programlarının başkenti Paris benim için romantizm balonuyla fazlaca şişirilmiş bir şehir. Romantizm hödüğü bir insan olduğum için "ay ne büyülü şehir" diye ayılıp bayılamıyorum maalesef. Bu sebepten Wooden Allen'ın Paris romantizmine ortak olamadım. Hatta işim şişti pompalanan romantizmden (hele hele yağmur, Paris, oh la la, vurgusundan). Ama filmin başındaki sahnelerin güzelliği su götürmez. Gil'in Woody Allen olduğu fikrinde hemfikiriz değil mi? Hızlı hızlı, nefes almadan konuştuğu uzun monologvari diyaloglarını ne çok özlemişim. Keşke daha çok, daha uzun olsalardı. Filmin asıl meselesi Gil'in çıkardığı dersi biz izleyecilere aktarmaktı. Hepimiz hayatımızın bir döneminde geçmişe öykünmüş, "şimdinin" sıkıcılığı, yüzeyselliği yerine geçmişin "gerçekliği"nde yaşamayı hayal etmiş olabiliriz. Burada sorun yaşadığımız dönem değil. Zira hangi dönemde yaşarsak yaşayalım hep aynı şeyleri hissedecek, hep geçmişe öyküneceğiz. Adriana ile Gil farklı yüzyıllardan geldikleri halde dertleri ortak. İkisi de hayatın çok kompleks olduğundan, her şeyin çok hızlı ilerlediğinden, şimdinin sıkıcılığından dert yanıyorlar. Kısacası bu kendimizle ilgili bir sorun, yaşadığımız dönemle ilgili değil, diyor Woody Allen. Asıl konu bu olunca karakterlere neden fazla özenilmediğini de anlıyorsunuz. Gil'in yazar olması, varoluşsal meseleler üzerine az biraz kafa yorması elbette elzem. Onun dışında ana karakterlerin özelliği Gil'in zıttı olmaları (Inez, ailesi ile arkadaşları) ya da Gil'le aynı hayali paylaşmaları (belle epoque'çu Adriana). Kısacası hikaye aslında Gil'in hikayesi. Ona eşlik edenler kafasındaki sorulara yanıt bulmasına yardımcı oluyorlar sadece.
3.5/5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder