29 Kasım 2009

Episode I: Mission to Orlando

"Şükran Günü'nde Florida'ya gidiyoruz" dediğimde arkadaşlarım Miami ya da Keys'e gidiyoruz zannettiler önce. Kocaman kocaman açılan gözler, Orlando lafını duyunca bir küçüldü pir küçüldü sormayın. Meğer Florida'nın raconu Orlando değilmiş. Hatta bir tanesi suratını ekşitti, abartmıyorum. Ona n'oluyorsa! Sanki onu da beraberimizde götürüyoruz.

Newark Havaalanı'ndan kalkan Continental Airlines'a ait uçak ile başladı yolculuğumuz. Yazın üç saatlik Indiana-New York yolunu arkada az sayıda insan oturduğu için kalkamayan, hostesin 2-3 kişi arka tarafa geçebilir mi anonsu yaptığı pırpır uçakla gittiğimiz için, kocaman 3'er koltuklu, kişisel televizyonlu, Boeing uçağı bana saray gibi geldi. Pilot "bumpy" havadan dolayı yemek servisini hosteslere hemen yaptıracağını açıklayınca gerilen sinirlerim, bizim çocukla birlikte UP filmini izlemeye başlayınca sakinledi. Filmden sonra How I Met Your Mother'ın ilk sezon ilk bölümünü ekranda görüp izlemeye başlamıştık ki (Haaave you met Ted?) yayınımız gitti, pilotumuzdan iniyoruz anonsu geldi. (Continental'ı sevdim sevgili okur. Dönüşte Delta ile geldik, onun televizyonu yoktu ama wireless interneti vardı. **Life is always about trade-offs**)

Orlando'nun diğer küçük nüfuslu Amerikan şehirlerinden pek bir farkı yok sevgili okur. Havaalanından çıkıp şehir merkezine giderken gördüğüm yerleşim şekli, kocaman outletler, sağda solda drive-in restorantlar bana Indianapolis'i çağrıştırdı. Yine de Orlando'nun şehir merkezi Indianapolis'inkinden kat be kat iyi. En azından şehirde belediye otobüsü sistemi var. "Ben bir şehrim" havası hakim. Indianapolis'in öyle bir iddiası bile yoktu. "Eyalet başkentiyim ama çaktırma ben bildiğin köyüm" verdiği en açık seçik mesajdı. (Tabi yerlisi bu hayat tarzını benimsemiş oluyordu genellikle. Mesela Chicago'ya gitmek istediğimi söylediğim bir Hoosier bana orasının kalabalık ve tam bir keşmekeş olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Arabalar üstüne üstüne geliyormuş! İstanbul'u görse ne yapar acaba?)

Indianapolis'in şehir merkezinde yerleşim pek yoktu, etrafa serpilmiş çok fazla restorant yoktu. Orlando öyle değil. İnsanlar şehir merkezinde de yaşıyor. Çok fazla pizzacı var, bar var, barlarda Magic maçı seyreden mavi formalı insanlar var. Tatil zamanı olmasa daha bir hareketli olurdu dışarısı. En azından bende öyle bir imaj uyandı. Otele eşyaları bırakıp karnımızı doyurmaya çıktık. Açık bir kafe bulup içeri daldık, açık bir alışveriş merkezi görüp içeri daldık. İçeriler dolu, dışarılar boştu. Otelin hemen arkasındaki Lake Eola'nın etrafında gezinelim biraz dedik. Tabi ki bir allahın kulu yok. Köpeğinin tuvalet ihtiyacını gideren amca hariç. Biraz yürüdükten sonra başlayan yağmurun ve üzerimize çöreklenen yol yorgunluğunun da etkisiyle otelimize geri döndük.

Sevgili yarim, pek muhterem Lonely Planet kitabıma gömülüp okumaya-düşünmeye-planlamaya, ertesi gün neler yapacağız sorusuna yanıt aramaya başladım.


Lake Eola'dan Görüntüler



10 Kasım 2009

How Does It Feel To Be A Problem?


Photo: Starbucks at Lexington Ave. & 50th street


"Ötekiler"in hikayelerini daha sık dinlersek önyargılarımızı kırmamız kolaylaşır mı? Birbirimizi hikayelerimizle yakalayabilir, ortak bir paydada buluşabilir miyiz? Bir-iki jenerasyon sonra bambaşka anlayış hüküm sürer mi topraklarımızda? 20-30 yıl insan ömrü için uzun bir zaman dilimi ama bir devletin ömründe nedir ki?

Denemeye değmez mi?

5 Kasım 2009

Mr. Big, New York City and a Subway Ride

Metroda tek başıma gidiyorum. Aklımdan binbir düşünce geçiyor. New York, okul, İstanbul'dakiler, Aralık bitmeden yetiştirmem gereken onlarca iş... Metronun içine göz gezdiriyorum. Karşı sıramda iki genç kadın ve bir erkek oturuyor. Fotoğraflarını çekiyorlar birbirlerinin. Üzerlerinde Halloween kostümü yok. Metro yavaş yavaş doluyor. Hazır alınmış kostümler, evde hazırlanmış kostümler, yaratıcı kostümler, sık rastlanan kostümler, rengarenk peruklar, kedi kızlar, kafasında baltalı adamlar, vampirler, kontesler, tam bir curcuna. Önce Lexington'da iniyor bir grup insan. 42'ye geldiğimizde metronun içinde ayakta giden nerdeyse kimse kalmamış. Karşımda oturan grup iniyor. Birden çığlıklarını duyuyorum kızların. Ne oluyor diye gözlerimi onlardan yana kaydırıyorum. Az önce oturdukları yere bakıyorlar, yüzlerinde bir gülümseme, gözlerinde şaşkınlık ifadesi. Ben de tam karşıma çeviriyorum bakışlarımı. Neden attılar ki o çığlıkları?

Tam karşımda oturuyor. Sadece bir saniye sürüyor onu tanımam. Elinde Starbucks kahvesi, ayağında kahverengi ayakkabılar, mavi kot pantalonu ve üzerinde gri-mavi karışımı bir sweatshirt var. Uzun saçları şakaklarında hafif kırlaşmış. Yukarı, metro haritasına bakıyor. 34'de yerinden kalkıyor. İnecek diye yüreğim yerinden oynuyor. Kısa bir süre dışarı bakıp eski yerine oturuyor. Dik dik bakmak istemediğim için sağa sola bakınıp tekrar üzerine getiriyorum bakışlarımı. Son derece cool. Kimseye bakmıyor. Gözü hala metro tabelasında. Başka tanıyan var mı diye metronun içine bakıyorum. Tanıyanlar var ama tanımayan, ya da tanısa da umursamayanlar var. Yol bitmesin istiyorum. Treni iki durak arasında her beklettiklerinde sinirlerim ya hani, bu sefer söz sinirlenmicem. Ama sevgili train dispatcher'ın umrunda değiliz bu akşam. Tıngır mıngır gidiyoruz. Her durakta "acaba inecek mi" stresi yaşıyorum. Hızlıca bakıyorum, yok hareketlenmiyor. 14'te yaşlı bir amca biniyor. O da tanıyor hemen. Show'uyla ilgili sorular sormaya başlıyor. Bir de sırtının ağrısını. Gülümseyiveriyor yaşlı adama. İçten bir gülüş. Yanıt veriyor. Yaşlı amca birkaç soru daha soruyor, gülümseyerek. Onları da cevaplıyor. Sonra susuyor. 8'e geliyoruz. İnmek için ayaklanıyorum. O da kalkıyor. Sol tarafımda kalan kapıya yürüyor. Ben inip sola dönüyorum, o inip sağa dönüyor. O 8'deki merdivenleri kullanacak, ben West 4'a gideceğim için az ilerdekileri.

Yıllarca pek kıymetli DVD'lerimde ve Digiturk'teki tekrarlarda seyrettiğim Mr. Big (Chris Noth) ile 42'den 8'e süren metro yolculuğum böylelikle son buluyor. İçimden çığlıklar atarak merdivenleri çıkıyorum. Elim telefona gidiyor. Böyle bir şeyi kiminle paylaşabilirim? Tabi ki en az benim kadar Sex and the City'ci hemşiremle. Telefona bakıyorum. Türkiye'de saat gece yarısını çoktan geçmiş. Saat farkının bu kadar çok olmasına bi küfür salladıktan sonra telefonu çantama koyup, Waverly Place'den sağa dönüyorum. Halloween Parade'ini birlikte izleyeceğim arkadaşlarla buluşmak için West 4'a doğru yürümeye başlıyorum.

Hava yumuşak ve sıcak. Etraf kostümleriyle endam eden New Yorklularla dolu. Bu akşam Halloween varmış, parade olucakmış, eğlenecekmişiz fasa fiso. Benim için tek bir anlamı var 31 Ekim 2009'un: Ben bu akşam Mr. Big'i dünya gözüyle gördüm!!

23 Ekim 2009

Tecavüzcüyü Sevmek!

Şu aralar aksatmadan izlediğim yegane Türk dizisi Bir Bulut Olsam. Arada bir fragmanı izlemek için kanalın web sayfasına giriyorum. Geçenlerde dikkatimi fragmandan başka birşey çekti. Diziye ayrılan sayfadaki okuyucu yorumları. Başlardaki yorumlara biraz göz atıp şaşırdıktan sonra, sonraki yorumlara da bakayım dedim. Çok uzun süre bakamadım ama genel olarak şöyle bir hava hakim yorumlara. Narin'in Mustafa'yı sevmesini arzu eden, hatta Meral Okay'a çağrıda bulunan bir kesim var. Azımsanacak bir sayıda da değiller. Serdar ve Narin'in birbirine yakışmadıklarından, Mustafa'nın Narin'e nasıl aşık olduğundan dem vurup, senaryoda bir Narin-Mustafa aşkı yaratmalarını istiyorlar.

Diziyi bilmeyenler için kısaca bahsedeyim. Narin ve Mustafa amca çocukları. Mustafa Narin'i neredeyse çocukluğundan beri saplantılı hatta hastalıklı bir şekilde seviyor. Narin ise Mustafa'nın duygularına karşılık vermiyor. İstemiyor Mustafa'yı. Hatta Mustafa'dan kurtulmak için sevmediği birisiyle evleniyor. Evlendikleri gün Mustafa tarafından kaçırılıyor ve Mustafa'nın tecavüzüne uğruyor. Bir de şimdi öğrendik ki o tecavüzden hamile kalmış. Mustafa'nın Narin'e yaptığı tek kötülük bu değil tabi. Ama herhalde en kötüsü bu. (Ah tabi bir de ilk bölüm Narin'i öldürmeye çalışması var, onun unuttum) Sonuçta Mustafa bir tecavüzcü. Narin Mustafa'yı istemediğini sayısız sahnede beyan etmişken, bizim ruh hastası tecavüzcü nasıl oluyor da (rumuzlardan anladığım kadarıyla) kadın izleyicilerin Narin'e uygun gördükleri aşık oluveriyor?

Şimdi bu sorunun yanıtını düşünüp duruyorum, aklıma gelen muhtemel bir kaç yanıt var: 1) Türkiye'de pek çok kadın kocası tarafından tecavüze uğradığı için, Mustafa'nın bir dönem imam nikahlı karısı olan Narin'e başkasıyla evlendiği gün tecavüz etmesini normal karşılıyor, 2) Mustafa karakterini canlandıran oyuncu eli yüzü düzgün olduğu için seyirciler tarafından beğeniliyor ve Narin'e tecavüz ettiği gerçeği unutuluveriyor. Fiziksel görünüşü geniş bir kadın izleyici tarafından beğenilmeyen başka bir oyuncu Mustafa'yı canlandırsaydı Mustafa karakterine muhtemelen başka gözle bakacaklardı, 3) Türkiye'de pek çok kadın tecavüzcüleri ile evlendirildiği ve namusları böyle temizlendiği için kadınlar, böyle bir olay başlarından geçmemiş bile olsa, olası bir Mustafa-Narin aşkını destekliyorlar ve tecavüz olayını problematize etmiyorlar, 4) Narin'inin tecavüze uğradığı sahnede sadece "yapma Mustafa" demesi ve çok fazla mücadele etmemiş olması, "bu işi Narin de istedi aslında," fikrini uyandırıyor ve izleyiciler bunun aslında tecavüz değil rızaya dayalı cinsel ilişki (consensual sex) olduğunu düşünüyor.

Aklıma gelen ilk muhtemel cevaplar bunlar. Bu konuda çok güzel bir araştırma yapılabilir aslında. Bir adamın "sevdiği" kadına tecavüz etmesi seyircileri tecavüzcü karaktere tapınmaktan vazgeçiremiyorsa (üstelik Mustafa'nın tecavüzden dolayı pişmanlık vs. duyduğunu da görmüş değiliz), Türkiye'de katetmemiz gereken daha çok yol var demektir.

Kitap Listesi

2013

29. Buket Uzuner İki Yeşil Susamuru)
28. Araba Sevdası (Recaizade Mahmut Ekrem)
27. Mavi Vurgun (Clive Cussler)
26. Aile Çay Bahçesi (Yekta Kopan)
25. Kameralı Katil (Thomas Glavinic)
24. Olduğu Kadar Güzeldik (Mahir Ünsal Eriş)
23. The Cuckoo's Calling (Robert Galbraith/J.K. Rowling)
22. The Buddha in the Attic (Julie Otsuka)
21. Dance of Shadows (Yelena Black)
20. Emma vol. 1-2-3-4 (Kaoru Mori)
19. The Face on the Milk Cartoon (Caroline B. Cooney)
18. The Elite (Kiera Cass)
17. Stranger with My Face (Lois Duncan)
16. The Selection (Kiera Cass)
15. Toradora! vol. 1 (Yuyuko Takemiya)
14. Bakuman vol. 1 (Tsugumi Ohba)
13. Coraline (Neil Gaiman)
12. The Great Gatsby (F. Scott Fitzgerald)
11. Pembe Tütülü Amiral (Mehmet Murat Somer)
10. Palomino Molero'yu Kim Öldürdü (Mario Vargas Llosa)
9. Sessiz Kadınlar (Esra Erol)
8. Nemesis (Jo Nesbo)
7. Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü (Etgar Keret)
6. Seçilmiş Kişi  (Carol Lynch Williams)
5. Cehennem Çiftliğinden Kaçış (Barış Uygur)
4. Feriköy Mezarlığı'nda Randevu (Barış Uygur)
3. Çıplak Ceset (Celil Oker)
2. Veciz Sözler (Barış Bıçakçı)
1. Steal Like an Artist (Austin Kleon)

3 Ekim 2009

Episode II: Boston Strikes Back


New England güneşinin sizi kandırmasına asla izin vermeyin. Hele hele okyanusa açılmaya kalkışacağınız gün asla! Boston'daki ikinci sabahımızda parıl parıl parlayan güneşi görüp attık kendimizi sokağa. İstikamet Charles nehri! Au Bon Pain'in o mis kokulu dükkanında epey vakit harcayıp, nerdeyse her reyonun önünde durup, çay mı yoksa portakal suyu mu, bagel mı yoksa croissant mı gibi envayi çeşit burjuva dertlenmelerinin ardından nehrin yolunu tuttuk (elimdeki tepside 3 adet kahve taşıdığım için ömrümün en dikkatli yolunu yürüdüm). Nehir kenarında çimenlere serilip kahvaltı eden bir biz vardık. Ne de olsa miskin bir milletin pek kıymetli üyeleriydik, popomuzu ağrıtacak şeyler yapmak bizden fersah fersah uzaktı. O yüzden çimenlere serilip midemizi şenlendirirken etrafımızda bir devinim, bir hareket içinde olan, canlılık belirtisi gösteren insanları süzüp, haklarında atıp tutmakla iştigal etmeyi tercih ettik.

Etrafımızdaki herkes (az ilerimizde güneşlenip kitabını okuyan kız hariç) hareket halindeydi. Bir grup insan nehir kenarında koşuyordu (erkeklerin çoğu üst kısmı çıplak koşuyordu. Şimdi bana ne bundan diyebilirsin sevgili okur ama bana önemli bir ayrıntı gibi geldi), diğer bir grup bebek arabası itekliyor, başka bir grup bisiklete biniyor, diğer bir grup avaz avaz bağıran bir antrenörün direktifleri doğrultusunda nehirde kürek çekiyordu.

Kahvaltının ardından gündemin ilk maddesine geçildi: Harvard Üniversitesi turu.

Harvard University

Harvard Üniversitesi 1636 yılında kurulmuş. Armasında latince bir kelime olan "VERITAS" yani "Doğruluk" yazıyor. Kocaman bir kampüsü var okulun. Binalar New England mimarisi ile uyumlu. Kırmızı tuğladan. Harvard, Columbia ve Princeton'dan sonra gördüğüm 3. Ivy League okulu. Güzel bir kampüsü, değişik bir havası var. Ama ben bu üçü arasında en çok Princeton'ı beğendim. Onun gotik tarzı binaları daha etkileyici ve daha güzel. Harvard Square'iın orada ücretsiz "Harvard Unofficial Tours" düzenleniyor. Üniversite öğrencileri gün içinde birkaç defa ana kampüsü gezdirip hikayeler, anekdotlar anlatıyorlar. Biz tur saatlerini dikkate almadan gitmiştik. Gidince fark ettik ki yeni tur başlayalı 15 dakika olmuş. Bir sonrakine de yarım saat var. Turu bir yerden yakalarız diye düşünerek kampüsün içine daldık. Gördüğümüz ilk kalabalığa ilerledik. İngilizce konuşmuyorlar! İkinci kalabalık, onlar da konuşmuyor! Üçüncü kalabalık da konuşmuyor derken İngilizce konuşan, "Hahvahd" yazılı tshirtler giyen biri kız diğeri erkek tur rehberlerini bulduk. (Harvard'ı akın akın turist geziyor. İnsanın okuluna hergün fotoğraf makineli turistlerin gelmesi nasıl bir duygu acaba diye düşündüm, sonra aklıma bizim okula akın akın gelip çimenlerde, manzarada vs. fotoğraf çektiren sınava girecek liseli gençlerin görüntüsü geldi. Tamam aynı şey sayılmaz ama yine de bir fikir veriyor insana.)

Ana kampüsteki highlight'lar şunlar: (1) John Harvard heykeli: Rehberler heykeldeki adamın gerçek John Harvard olmadığını söyledi. Bir de ne yaparsanız yapın asla ayak parmağını ellemeyin. Zira öğrenciler fotoğraf çektiren turistlerle dalga geçmek için üzerine işiyorlarmış (!) (2) Harry Elkins Widener Memorial Library: Çok ilginç bir hikayesi var. Harry Elkins Widener bir işadamı ve kitap koleksiyoncusu. Annesi ve babası ile birlikte New York'a doğru yola çıkan Titanik gemisine biniyorlar. Annesi kazadan kurtuluyor ama Harry ve babası gemiyle beraber kayboluyorlar. Harry, Harvard mezunu olduğu için annesi kitaplarını buraya bağışlıyor ve oğlunun adına dünyanın bu en büyük kütüphanesini yaptırıyor (bu -en büyük- iddiası ne kadar doğru bilemiyorum, ben rehberin yalancısıyım). Oğlunun ve kocasının ölümünden sonra anne kafayı biraz üşütüyor ve oğlunun hayaletinin onu ziyaret ettiğini iddia ediyor. Oğlu ve kocasının boğularak ölmeleri meselesini o kadar ileri götürüyor ve kütüphane karşılığı okul yönetiminden bir söz istiyor: o da her öğrencinin "yüzme" dersi alması ve bu dersten başarıyla ile geçmesi. Okul kabul ediyor. (Büyük yatırım gelecek, neden kabul etmesin tabi!) Rehberimizin dediklerini yanlış hatırlamıyorsam 1970'lere kadar uygulanıyor bu düzenleme. Uygulama kalkana dek, yüzme bilmeyen Harvard mezunu olmuyor. İlla herkes öğreniyor yüzmeyi. (3) John F. Kennedy'nin yurt binası: Kampüste yürürken ahan bu da Kennedy'nin yurt odasının olduğu bina dediler. Gerçi odası durmuyormuş yerinde çünkü o bölümü asansör yapmışlar. (4) Primal Scream: Bu en çok hoşuma giden hikayeydi. Finaller başlamadan önceki son gece, Harvard'ın bahçesinde toplanan öğrenciler çırılçıplak bir şekilde koşmaya başlıyorlar. Bahçede bir müddet tur attıktan sonra önce uğultu başlatıp, ses perdesini yavaş yavaş yükseltip, en yüksek perdeden hep beraber bir çığlık atıp geceyi tamamlıyorlar. Bazı gelenekler üzerinden geçen yıllara direnip ayakta kalabiliyorlar işte. Bir kimliğin parçası olması devam ettirilmesini gerektiriyor. Gerçi katılım nasıl, her sene yüksek mi bilemiyorum. Ama şurası da bir gerçek sayısı ne olursa olsun, her final dönemi kampüste çıplak koşan birileri var!

Whale Watching

Harvard turunun ardından balina turu için Boston'a doğru (Harvard, Cambridge şehrinde ama buradaki şehirler İstanbul'daki ilçeler gibi malum) yola çıktık. 20-25 dakika sonra upuzun bir kuyruğun en arkasında, "acaba balina gelecek mi, gelse bile biz görebilecek miyiz" soruları arasında, tekneye binmeyi bekliyorduk. O kadar insan o tekneye nasıl sığdık bilmiyorum. Tur yaklaşık 3 saat sürecekti onu biliyordum da bu kadar uzun bir yol gideceğimizi tahmin etmemiştim. Git babam git, git babam git. Bir de bi rüzgar, bi rüzgar. Saçlarım oldu papaz. Sol yanağım rüzgardan hafif hafif uyuşmaya başladı. Balina göreceğiz diye felç olmanın bir anlamı olmadığına karar verip, teknenin kenarında konuşlandığımız yerimizi bırakıp, kuytulara sığındık. İyi ki de öyle yapmışız. Git babam git, git babam git. Yol bitmiyor! 1-1.5 saatlik tekne yolculuğunun ardından önce yavaşladık, sonra durduk. Tabi yerimiz kapıldığı için kaldık biz ortada dımdızlak. Elimde fotoğraf makinesi hazır. Hangi yöne gitsem bilmeden bekliyorum. Bütün teknede derin bir sessizlik. İlk balinayı kim görecek stresi yaşanıyor! Ben alık alık bir sağa bir sola bir teknenin arkasına bakınırken, sol cenahta bir boşluk görüp hemen oraya yanaştım. Bir beş dakikalık beklemenin ardından o da ne! balinacık bize kuyruğunu gösterdi!! Teknede bir çığlık bir çığlık... Herkes yanaştı mı sol tarafa.. O sırada balina kayboldu. Bu sefer sağ taraftan bir çığlık geldi. Haydaaa bütün tekne sağ tarafa koşmaya başladı. Şimdi bütün süreci yazmaya kalksam yaz yaz bitmez, en iyisi özetini vereyim sevgili okur: iki tane koccaman balina teknenin dibine kadar gelmekle kalmadı, bize bir de gösteri sundular. Süzgeçlerini kaldırıp pat pat suya vurmalar, kuyruğunu sallamalar, artık hangi numaraları öğrenmişlerse hepsini yaptılar. İçim acıdı. Bu hayvanlar sanki doğal habitatlarının içinde yaşıyorlarmışcasına pazarlanıyor bu turlar, oysa gerçek öyle değil. Ben balinaları yüzerken görmeye razıydım. Aslında sadece yüzerlerken göreceğiz zannediyordum. Böyle oyun yaptıklarını görmek açıkçası hoşuma gitmedi. İnsan elinin değdiği herşey berbat olmak zorunda mı? Bu hayvanlar doğal habitatlarında mı şimdi? Yazın havalar güzelken onlarca tekne her gün habitatlarının yakınına gelip onlara bakmaya çalışmıyor mu? Beslenerek eğitilen balinalar yaşadıkları bu açık denizde özgür mü sahiden? Hem deli gibi üşüdüğüm için, hem de bu düşünceler başıma üşüştüğü için sessiz sessiz oturdum dönüş yolunda.

Fire and Ice
Harvard Square'de gittğimiz bu restoran Amerika'da çok yaygın bir yemek kültürünün parçasıymış meğer. Ben o kültürle ilk kez tanıştım. Sistem (çooook enteresan olmamakla birlikte) şöyle: Tabağınızı alıyorsunuz, açık büfenin önüne gidiyorsunuz. Envai çeşit et (biftek, tavuk, domuz, deniz ürünleri), envai çeşit sebze, envai çeşit sos... Tabağınıza hangi etten hangi sebzeden isterseniz dolduruyorsunuz. Ortada kocaman yuvarlak bir ızgara masası var. 4-5 kişi çalışıyor başında. Tabağınızı veriyorsunuz, ateşe atıp, üstüne istediğiniz sosu döküp pişiriyorlar. Midenizin genişliğine göre kaç sefer yapacığınız size kalmış. Açık büfe yemek mantığının değişik bir versiyonu.

Boston'daki ikinci günümüz bir öncekine göre yorucu geçti. 3 saat okyanus rüzgarı ve havası sersem etti. Ama uyuyup enerji depolamak gerekliydi çünkü ertesi gün dört gözle beklediğim Cape Cod gezisi gerçekleşecekti.

11 Eylül 2009

Boston'da Uzun Bir Haftasonu

Amerika'nın en sevdiğim özelliklerinden biri tatillerin 23 Nisan, 30 Ağustos gibi belirli günler olmaması. Onun yerine Eylül'ün ilk pazartesisi, Ekim'in ikinci pazartesisi gibi günler seçmişler. Dolayısıyla her sene birkaç defa "long weekend" oluyor. (Fırsat bulsalar mezarda adam çalıştıracak Amerikalılar'a pek yakıştıramadım. Yani bu sene Labor Day haftasonuna geldi, tatil yok gibi bi sendromu nasıl olur da yaşatmazlar Amerikan halkına. Gerçi bizdeki Şeker ve Kurban bayramı gibi uzun tatiller de Amerika'da yok. Oysa Türkiye'de öyle mi? Her sene denk gelmiyor tamam ama bi denk geldi mi de köşeyiz valla!)

Bu seneki ilk long weekend'imiz geçtiğimiz haftasonuydu. Pazartesi tatildi (Labor Day), cuma günü dersim yoktu, biz de düştük yollara Perşembe gecesinden, Boston'a gittik. Mega Bus'ın daha önce de bindiğimiz, çok çok çok ama çok erkenden alırsan biletlerini 1 (yazıyla bir) dolarese sattıgı otobüsüne bindik. Biz 1 dolar vermedik tabi, biz alana kadar bilet fiyatları artmıştı ama yine de cüzi birşey verdik. Ucuz otobüs diye kelle koltukta gidilen Metro vb. otobüs şirketlerinden sanılmasın. Kurallara riayet eden, hız sınırını aşmayan bir şirket kendisi. Amerika'da bir kaza yapmanın bedeli (ödenecek tazminatların yüksekliğinden) son derece ağır olduğu için kelle koltukta götürmeye cesaret edemiyorlar sizi. Bu sefer bindiğimiz otobüste ne problem vardı bilmiyorum ama zıplaya zıplaya gittik yolu. O zıplamalar esnasında hafif bir panik yaptım ama neyseki o gün okulum vardı ve yorulmuşum ve benden beklenilmeyecek bir performans gösterip bir taşıma aracında uyumuşum. Gecenin bir körü Boston'a vardık. Bizi bekleyen arkadaşlarımızı da uykusuz bıraktık. Herkesin uykusu vardı ama gecenin bi saatine kadar çeneler susmadı. Sonra hadi uyuyalım dendi, artık ne kadar yorulmuşsam, başımı yastığa koyduğum anı hatırlamıyorum.

Next Issue: Boston'da ilk gün neler yaptık? Nereyi gezdik? Hangi tura katıldık? New England'da ilk cadı nerede asılmış? Cheers dizisinin çekildiği bar nerede?

8 Eylül 2009

Biten Bir Tezin Ardından

Tezi yazmakla işin bitmeyeceğini, bir sürü bürokratik işlemle mücadele etmem gerekeceğini pek tahmin edememişim. İstanbul'da geçirdiğim 5 haftalık süreçte neredeyse haftada en az 3 kez okula uğradım. Mezuniyet yazımı çıkartmak için konuşmadığım insan, okulda uğramadığım kurum kalmadı. Kayıt işlerinde yazıyı ellerime alacağım ana saniyeler kala görevli memur nüfus kağıdımı isteyip "aaaa, sizin soyadınız değişmiş" diye haykırınca (o ana kadar sakladım değiştiğini evet) nerdeyse ruhumu teslim ediyordum. Neyseki yeni soyadımı sadece diplomaya eklemeleri gerekiyormuş. Derin bir "oh" çekerek mezuniyet belgemi ellerime aldım (sonra yurtiçi kargoda unuttum; tam bir gece orada bekledi yavrucak).

Bütün koşturmaca arasında beni en çok mutlu eden sözü, bütün tezlerin formatına bakıp kontrol eden Edit Office'deki görevli söyledi. Tezin başına yazdığım "Teşekkür" yazımı çok profesyonelce bulduğunu, insanların neredeyse evdeki köpeklerine bile teşekkür ettiğini, tezin aslında profesyonel bir iş olduğunu ve ona uygun yazılması gerektiğini belirttikten sonra, bir sonraki koca bomboş sayfanın tam ortasına kondurduğum kısa iki satırlık ithafımı çok beğendiğini söyledi.

"To my father,
The most talented and amusing narrator I have ever met…"

"Teşekkür" yazımın son paragrafı ise şöyle oldu.

"I should express my deepest gratefulness to my family; my mother, my father and my sister, who have never let me walk alone. It’s not only their care, support, encouragement and belief in me, but also their own existence, the fact that they’re my family and that they’re always with me, no matter how far away our physical existences are, always gave me the strength to carry on. Last but not least, I should express my extreme indebtedness to my husband, whose presence I undeniably cherish and who never lets me fall into the dark waters of idleness and desperation in any possible way. To him, I owe a lot."

Teşekkür ve ithaf bölümleri, koca tezde yazdığım en zor kısımlardı. Gerçi kime ithaf edeceğimi yazma sürecinde biliyordum ama hangi kelimelerle, işte onu seçmek zor oldu. Teşekkür kısmında profesyonel olmak, aşırı duygusallığa bağlamadan duygusal birşeyler de yazabilmekti bütün meselem. Başardığımı düşünüyorum, o yüzden mutluyum.

31 Ağustos 2009

Eve Dönüş

Bir gece vakti, karanlıklar içinde ayrıldım İstanbul'dan. Uçak gökyüzüne havalanırken, var gücüyle bastıran uykumla savaşıp zar zor açık tutabildiğim göz kapaklarımın arasından baktım aşağıda ışıldayan şehre. Doğduğum şehre. Büyüdüğüm şehre. İlk gençliğimden beri kaçıp uzaklaşmak istediğim şehre. Sevdiğim insanları barındıran şehre. Gece bize sunduğu durgun ve vakur suretinin ardında ne zorluklar, yalnızlıklar sakladığını bilerek hem de. İstanbul bir kez daha küçüldü, küçüldü ve kayboldu. Bir kez daha izledim yavaş yavaş silinişini gözlerimin önünden. Geride bıraktıklarımı düşündüm, ağladım, ağladım ve sustum.

Şimdi Mayıs ayında bıraktığım yerden yola devam etme zamanı.
Uzun, yorucu ve beklentilerle dolu bir sene başlamak üzere.
Yine, yeniden New York'tayım.

15 Ağustos 2009

Çığlık

Kaç defa dinledim hatırlamıyorum. 5, 10, 20? Çok da abartmayayım ama 10-15 kere dinlemişimdir herhalde. Son albümündeki en sevdiğim şarkısı olduğunu bile iddia ettim. Sonra hemşirem "Uzun süredir şarkı sözü yazamıyormuş, sonra bu şarkıyı yapmış ve ardından diğer şarkılar da gelmiş" dedi. Daha da kıymetlendi gözümde. Peki ben, 10-15 defa dinlediğim şarkının sadece ilk yarısının sözlerine dikkat etmemi nasıl açıklayabilirim? Şarkının ikinci yarısına gizlenmiş bir detayı nasıl 15. kez dinlerken fark edebilirim? Teoman'ın Fahişe şarkısına gizlediği Çığlık tablosundan bahsediyorum. Bilinç kapılarım açık ikinci yarıyı dinlerken Edward Munch'ün tablosu ile karşılaşınca yaşadığım şaşkınlığı ve aynı zamanda saçma sevinci anlatamam. Gizli bir gurur duydum Teoman'la. İtiraf ediyorum.

22 Temmuz 2009

Yollar Bize Memleket

Önünüze gitmek mi yoksa kalmak mı diye iki seçenek sunsalar hangisini seçerdiniz? Ben tereddüt bile etmeden gitmeyi seçerdim. Çünkü gitmek kolaydır, güzeldir ve heyecanlıdır. Gittiğin yerde geçireceğin süre ne olursa olsun geride kalmaktan iyidir. Çünkü yeniliktir gitmek, değişikliktir. Cazibelidir. Gizemlidir. Sıradanlığın ensesine indirilen şaplak gibidir. Herşeyi olduğu gibi bırakırken geride ve asla bıraktığın gibi bulamayacağını bilerek ama yine de öyle bulmayı hayal ederek yürümektir. Gitmek özgürlüktür. Uzun, çıplak kolları ile bedenine sarılmış hayatı saçlarından tutup savurmaktır. Aynı zamanda bencilliktir gitmek. Kalanı merak etmek, özleyeceğini bilmek ama yine de yürümektir.

Havaalanlarını, tren garlarını, otobüs terminallerini seversin. Hepsi de gitmeyi hatırlatır. Hepsi de yolculuğun başladığı noktalardır. Öncesi zordur belki, ayrılmak düşündüğünden ağırdır. Belki de sevmezsin, düzenin bozulsun istemezsin. Ama bir kere adımını attın mı havaalanına, gidiyorsun demektir, bilirsin. Geri dönüşün yoktur artık. Uçağın tekerlerini yerden kestiği anları seversin. Camdan ardında kalana bakarsın. Eski bir fotoğrafa bakar gibi. Çünkü bilirsin geldiğinde bulsan da yerli yerinde, sen onlarsız onlar da sensiz yaşayacaksınız bir müddet. Beraber yaşanmamış bir zaman dilimi duracak aranızda. Kabullenirsin.

Cesaret işidir gitmek. Herkes gidemez, fark edersin. Ellerin, ayakların dur dediği halde içinden yükselen sesin seline kapılmaktır gitmek. Nedenini bilmesen de gitmen gerektiğini bilirsin. Bir seziştir o, bir hissediş. Nerden gelip nereye gittiğini bilemediğin bir çağrıdır. Sinyali kim gönderir, o arzuyu oraya kim yerleştirir öğrenemezsin. Susadığını, acıktığını fark etmek gibidir. Üşüdüğünü hissetmek gibidir. Sana söylenmeden sen keşfedersin. Zamanı gelince bir tek sen bilirsin.

Yalnızlıktır gitmek. Kendinle başbaşa kalmaktır. Bir uçak koltuğunda ya da bir tren camında kendine bakmaktır. Düşünmektir. İnsan en iyi salına salına sürüp giden bir yolculukta düşünebilir.

Gitmeyi sevdiğin kadar dönüşleri de seversin. Bilinmezliğin cazibesi ile çıkılan yollar özlenenin hasreti ile dönüşüne eşlik eder. Uzun bir yolculuğun son saatleri bir türlü geçmek bilmez. Uzun, çok uzun bir aradan sonra göreceğin yüzleri, o yüzlerde tek tek okuyacağın duyguları düşünürsün. Ne zaman ki görürsün sevincin, özlemin, bekleyişin, sabrın birbirine ilmiklendiği o çehreleri, bütün renkleri birer birer sayarsın. Sonra konuşursun. Sanki biri seni yıllarca susturmuş ve sen bütün kelimeleri avuçlarının içinde biriktirmişsin gibi açıverirsin ellerini. O kadar çok konuşursun. Avuçlarındaki kelimeler tükenene kadar konuşursun. Uzun yolların yolcuları bilirler; pasaport kontrolünü geçtiğinde ya da otobüsten indiğinde heyecanla seni bekleyen birileri varsa, bir kişi bile varsa eğer, o yollardan geri dönülmeye değer.

26 Haziran 2009

To Michael Jackson

"Do not stand at my grave and weep.
I am not there. I do not sleep.
I'm a thousand winds, that blow.
I'm the diamond glimpse of snow.
I'm the sunlight on the thriving green
I am the gentle autumns rain.
Do not stand at my grave and cry,
I am not there. I didn't die."
(Writer unknown)

Dear Michael Jackson,

Last night, we were watching NBA Drafts. They were broadcasting from Madison Square Garden, New York. Soon-to-be NBA players, all suited up, were anxiously waiting for their names to be announced by one of the NBA teams. All of a sudden, my husband said "Michael Jackson is dead". I knew you were hospitalized a few hours ago. But "dead"? You know what Michael, the moment when a child realizes that she has actually grown is not when she graduates from college, or not when she starts working, or not when she gets married and has kids. That moment comes when faces and voices that she knows from her childhood start to disappear. One by one. That's why growing up has nothing to do with aging but losing. Losing people, losing faces, losing voices. The earlier you lose, the faster you grow up. That's a lesson my father taught me.

Today is the day when many people one more time realized that they are going to die some day. Like you did Michael. Today they know that they are not eternal. Today they realize, but tomorrow they'll forget. Until someone from their family or close circle dies. Until a celebrity passes away. Then they'll remember again.

"When we die" is important, I know. Nobody wants to die young I guess. But "how we die" is more important Michael. There are million ways of dying when you come to think of it. I really, really hope yours was a smooth and painless farewell.

Rest in peace.

25 Haziran 2009

Harry Potter Maceram

2001 yazinda Harry Potter and the Philosopher's Stone Turkce'ye ikinci kez cevirilip bu sefer Yapi Kredi Yayinlari tarafindan piyasaya suruldugunde kiyamet kopmustu. Bir muddet "Buyuklere cocuk kitabi" seklinde pazarlanmis olsa da buyuk kucuk herkesin okudugu bir kitap olmustu. O yaz ailecek Datca-Bodrum-Cesme'de uzun bir tatil yapmistik ve hangi plaja gitsek elinde bordo ciltli Harry Potter kitabi okuyan insanlara rastliyordum. Harry Potter asagi, Harry Potter yukari bir zamandi. O an karar vermistim: Hicbir guc bana Harry Potter kitabi okutamayacakti.

Canim Mubocugum her zaman "Buyuk lokma ye, buyuk soz soyleme" der. Onun bu lafini cok da takmadigim bir donemdi. Herkesin okudugu bir cocuk kitabini mumkunu yok okumazdim. Hem insan kendini bilmez miydi?

Sonra ilk kitabin filmi cekildi. Merakima yenildim ve oturdum seyrettim. Sonuc: Buyuk bir hayal kirikligi. "Bu muymus yani insanlarin kiyametler kopardigi kitap" dedim butun ukalaligimla. Iyi ki kitabi almamis, iyi ki okumamistim. Verdigim kararin dogrulu ortaya cikmisti iste.

Zamanda geri yuruyebilsem "Bekle ve gor" derdim o zamanki kendime...

2003 yazinda Cadde'de gezinirken Nezih kitabevine attim kendimi. Ingilizce kitaplarin satildigi bolumde indirim oldugu yaziyordu. Ucuza Ingilizce kitap alabilmenin cazibesi ile yanastim raflara. Simdi hatirlamiyorum neler vardi ama Harry Potter kitaplari gozume carpti. Elime aldim. Fiyatina baktim. Paraya kiysam mi, bir sans daha versem mi derken kitabi almaya karar verdim. Temmuz'un ortasindaydim, tatildeydim ve Istanbul'dayim. Yapacak hicbir isim yoktu. Boylece Harry Potter and the Prisoner of Azkaban'i, yani serinin 3. kitabini almis oldum. Aksam basladim okumaya. Satirlar satirlari, sayfalar sayfalari kovaladi. 10'lu yaslarinin basindaki Harry, Hermione ve Ron'in dunyalarina 20'li yaslarimin basinda daliverdim. Ne oldugunu anlamadan 2 gunde bitirivermistim kitabi. 3. gun Nezih'in yolunu tutmustum yine. Bu sefer serinin 4. kitabi Harry Potter and the Goblet of Fire ile ciktim kitapcidan. Daha kalin olan 4. kitabi okumam daha uzun surdu ama yine buyuk bir keyifle okuyup bitirdim.

Sonra Eylul geldi, okulun son senesi basladi ve ben derslerin, burs icin girdigim sinavlarin, master basvurularinin arasinda kayboldum. 2004 yazi geldiginde universiteden mezun olmus, seneye gidecegim okul belli olmus, yazin gelmesi ve okullarin tatil olmasi ile hissedilen o ozgurluk duygusunun, o basiboslugun vermis oldugu keyifle 5. kitabi satin almaya cikmistim. Bu sefer adresim Istiklal Caddesindeki Robinson Crusoe'ydu. Kitapcidan kulliyat seklindeki Harry Potter and the Order of the Phoenix ile ciktigimda avini yakalamis bir avci hissiyati ile yurumustum yolu.

Kulliyati okumam kolay olmadi. Agustos sonu Turkiye'den ayrilacaktim ve butun gunlerim sevgili-arkadas-aile-akraba gorusmeleri ile geciyordu. Aksam eve geldikten sonra gec saatlere kadar oturup okuyordum ama bu sefer de sabah erken kalkamiyor olmam sikayet konusu oluyordu. Kitabin son 30 sayfasi kalmisti, hikaye son derece heyecanliydi ve ben evimden ayriliyordum. Kulliyat da benimle gelecekti tabi, onu geride birakmak gibi bir niyetim hic yoktu. 1 Eylul sabahi havaalanina gitmek icin evden cikarken annem birseyler koymak icin sirt cantami acinca kiyameti kopardi. Zaten agir olan cantama bir de kalin kitabi tikistirmamdan hic hoslanmamisti. Kapinin onunde bir kitap yuzunden birbirimize girdik. Annem gozumun icine baka baka kitabimi cantamdan cikarip "Ara tatilde geldiginde okursun" diyerek masaya birakti. Sevdiklerimden ayrilmamin acisi bir yana sevgili kitabimi da geride birakiyor olmak cok koymustu bana. Ayrica sadece 30 sayfam kalmisti!!! Ocak'ta eve gelince ilk isim kitabi bitirmek oldu tabi.

2005 Eylul'unde Turkiye'ye donunce her yerde o sirada yeni piyasaya surulen serinin 6. kitabi Harry Potter and the Half-Blood Prince'i aramaya basladim. Leiden'da bir dukkanda gormustum ama kitap yine bir kulliyatti ve geri tasiyacagim onlarca kiloya bir de onu eklemek istememistim. Robinson Crusoe'daki kasiyer kadin bana yuksek bir fiyat soyledi kitap icin. Neden pahali oldugunu sordugumda yanit "Bu hardcover, bekleyin soft cover cikinca daha ucuza alirsiniz" oldu. Peki soft cover ne zaman cikacakti? Baharda. Saka mi yapiyorlardi? Geri geldigimden beri kitabi sayikliyordum. O sirada paraya kiyamadim ve almadim. Imdadima egitimine bi donem Fransa'da devam edecek olan hemsirem yetisti. Gibert Jeune'de indirimli bir kopyasini bulmustu (gozunu sevdigim tertemiz 2. el kitaplari ucuza satan gavur kitapcilari). Istanbul'a gelen bir arkadasi ile gonderiyordu. Yasasin!! Dunyalar benim olmustu. (6. kitap gelene kadar gecen surede serinin ikinci kitabi Harry Potter and the Secret of Chambers'i okudum)

Kitap geldiginde staja baslamistim. Her sabah kulliyatimi koltugumun altina sikistirip evden cikiyordum. Vapurda, oturacak yer bulursam sonrasinda bindigim otobuste okuya okuya gidiyordum. Is yerine gittigimde oda arkadaslarim hala gelmemisse masamda oturup okumaya devam ediyordum. Oda arkadaslarimdan biri de Harry Potter sevdalisi cikmisti. Bana email ile kitabin pdf halini gonderdi. Islerimi bitirdigimde acip pdf'ten okuyordum. Isten cikip eve donus yolunda yine kitabima gomuluyordum. Bu hizla kitabi bitirmem uzun surmedi tabi. Avuclarimi ogusturup son kitabi beklemeye basladim: Harry Potter and the Deathly Hallows.

Tam tarihini hatirlamiyorum ama kitap tum dunyada 2007 yazinda bir cumartesi gunu satisa cikacakti. Pandora'dan siparisimi coktan yapmis beklemeye baslamistim. Kitap cumartesi oglen elimdeydi. Serinin son halkasini, hem isteyerek hem de "aman bitecek" diye istemeye istemeye okudum. Kitap bittiginde kalbim kirilmisti. Boylesine heyecanla, sayfalarinda kendimi kaybederek okudugum serinin sonuna gelmis olmak uzmustu beni.

Bu hikayeyi neden hatirladim? Gunlerdir televizyonda vizyona girecek Harry Potter filminin fragmanlarini izliyorum. Bugun yine gorunce kendi Harry Potter macerami yaziya dokmek istedim. Bir edebiyat klasigi olamayacak asla ama Harry Potter serisi her zaman benim gozumun nuru olarak duracak kutuphanemin bir kosesinde. Ara ara canim cektiginde kutuphanemden alip sayfalarini acacagim, ya da en sevdigim bolumleri okuyacagim. Harry ve arkadaslari, Lord Voldermort ve Death Eaters, Dumbledore ve diger ogretmenler, Hogwarts School of Witchcraft and Wizardy, Gryffindor, Ravenclaw, Hufflepuff and Slytherin okullari, Potions, Magic, Expecto Patronums, Expelliarmus kisacasi Hogwarts'a ait buyulu ne varsa o sayfalarin arasinda var olmaya devam edecek. O dunyaya geri donmek icin tek yapmam gereken ise sayfalari cevirmek olacak.

**Meraklisina not: Filmini begenmedigim ve giyabinda butun seri icin "asla okumam" dedigim ilk kitabi ise hic almadim ve okumadim.

15 Haziran 2009

If Only Money Grew on Trees


[**Filmi izlemediysen ve izlemeyi dusunuyorsan yaziyi okumamani tavsiye ederim sevgili okur.]

Gecenlerde bizim cocukla yine "benim filmlerimden izleyelim, hayir bu sefer benim filmlerimden izleyelim" kavgasi yaparken televizyonda the Pursuit of Happyness baslayinca ona takildik kaldik.

Film gercek bir hayat hikayesine dayaniyor. Chris Gardner, butun aile yatirimini simdi adini tam da hatirlayamadigim "kemik tarayicisi" aletlerine yatiriyor. Doktor muayenehanelerini geziyor. Bir gun elinde scanner yolda yururken, son model arabasini (Ferrari miydi neydi tam hatirlamiyorum) park edip isine gitmeye calisan bir adamla karsilasiyor. Adama ne is yaptigini soruyor, adam broker oldugunu soyluyor. Chris bir arabaya bir adamin girdigi sirketin kapisina bakiyor ve o an broker olmaya karar veriyor.

Filmin geri kalaninda karisiyla ayrilmasi, oglunun bakimini ustlenmesi, broker olmak isteyenlere staj programi duzenleyen sirketlerden biri olan
Dean Witter Reynolds'a kabul edilmesi, o sirada yasadigi parasizlik/evsizlik vs. gibi bircok sorunu anlatiliyor. Dean Witter Reynolds egitim goren 20 stajyer arasindan sadece bir kisiyi 6 aylik egitim programindaki basarisina bakarak ise alacagini soyluyor. Yani felaket bir rekabet soz konusu.

Film mutlu bir sonla bitiyor tabi ki. Yani kotu sonla biten bir gercek hayat hikayesini neden filme uyarlasinlar zaten degil mi. Evet kahramanimiz Chris ise alinan stajyer oluyor. Film bittikten sonra iki kisa yazi akti onumuzden, Dean Witter sonrasi hayatini ozetlediler. Chris multi-milyoner olmus. Cok para kazanmis. Aradigi mutlulugu bulmus dahasi mutlulugu daim olmus.

Oncelikle belirtmek gerek, Will Smith cok basarili bir is cikarmis. Ben hep komedi tarzi hatta cogu zaman sacma sapan diye tabir edebilecegimiz zirva filmlerde izlemistim kendisini. Ilk defa dramda izledim, gayet basariliydi. Hele filmin sonundaki sevinc sahnesini o kadar buyuk dogallikla ve o kadar duygu yuklu oynamis ki... Will Smith'in oglunu oynayan ve gercek hayatta da oglu olan velet dunya tatlisiydi.

Filmin konusuna-icerigine gelince. Ben American Dream vari filmlerden hazetmiyorum sevgili okur. "Calisirsan bir gun sen de basarili olursun, eger basarisizsan bu senin tembelliginden, salak oldugundan vs." gibi Amerika'da ve hatta dunyada gittikce kabul edilen anlayis sinirimi bozuyor. Adidas'in "Impossible is nothing" reklamlari da keza ayni fikri pompaliyor topluma: Calisan kazanir. Bunun dogru olmadigini, insanlarin firsat esitligine sahip olmadigini, calistigi halde basarili ol(a)mayan milyonlarca insanin yasadigini, bunun da kisinin "gerizekali, tembel vs. oldugu" icin degil, sistemin onlari en bastan yarisin disana itmesinden kaynaklandigini fark etmeyi zorlastiriyor bu tur filmler. Insanlari uyutuyor. "Calismadigim icin fakirim-egitimsizim-meteliksizim" diye dusunuyor ya da karsisindaki onunla ilgili bu sekilde dusunuyor. Kimse firsat esitsizliginin toplumu nasil boldugunun farkinda degil. Basarisizsan sorumlusu sensin. Nokta.

Filmde sevmedigim bir diger nokta kahramanimiz Chris'in mutlulugu gordugu son model bir araba ile aramaya karar vermesi ve onu elde etmek icin de broker olmaya calismasi. Bu mudur yani. Su devirde "parasiz saadet zor" diyebilirsin sevgili okur ama zenginligin, son model araba kullanmanin "mutluluk"un kod adi oldugunun filmlerde boylesine pazarlanmasi beni rahatsiz ediyor. Para ile mutlu olmak icin devamli aliyor olmaniz lazim. Devamli tuketmeniz. Oyle bir zamandayiz ki aramizda sadece alisveris yaparak mutlu olabilen insanlar yasiyor. Bu insanlarin sayisi da hic az degil. Zaten sistem de bizden bunu istiyor. Harcayarak mutlu olmamizi. Daha cok daha cok harcamamizi. Oysa harcayarak mutlu olmak sadece bir iluzyon. Ama insanlar yalniz hayatlarinda o iluzyona bile razilar bu zamanda. Uzattim farkindayim ama bu mudur, mutlulugu kovalayan bir adamin hikayesinin cikis noktasi gordugu Ferrari'ye sahip olmak istemesi midir.

Filmde ayrica Chris'in onca eksikligine, egitimsizligine ragmen nasil oluyor da ise kabul ediliyor noktasi karanlik kaliyor. Ne yapiyor bu adam da egitimli ve en az kendisi kadar hirsli diger stayjerler arasindan siyriliyor? Belirsiz.

Filmle ilgili diyebileceklerim bunlar. Will Smith ve veletin performansi basarili. Vermeye calistigi mesaja ise karsiyim. Bir daha izler miyim? Sanmiyorum.

13 Haziran 2009

Sahra Çölünü Koşarak Geçmek



Guzel bir belgesel izledim bu sabah: Running the Sahara. Sahra çölünü kosarak gecen 3 kosucunun hikayesini anlatiyor. Yapimci Matt Damon. Bir Amerikali, bir Kanadali ve bir Taiwanli'dan olusan kosucularin hikayesi Senegal'den basliyor. Hedef Kizildeniz. Sirasiyla Senegal, Moritanya, Mali, Nijer, Libya ve Misir'dan geciyorlar. Toplam 6000 kusur kilometre kosuyorlar ve 111 gun suruyor Kizildeniz'e ulasmalari. Zorlu bir macera oluyor. Kum firtinalari, uykusuzluk, yorgunluk, kilo kaybi, sakatlanmalar, motivasyon dusmesi, ekip icinde tatsizlik vb. bircok sorunla ugrasiyorlar ama sonunda basariyorlar. Neden kosmus bu adamlar deli mi bunlar diye sorabilirsin sevgili okur. Amac Afrika'daki su sorununa dikkat cekmek. Herkesin dunyadaki sorunlara dikkat cekmek icin farkli yontemi var. Sanirim onemli olan duyarli olabilmek.



Gunlerdir televizyonda Wii isimli oyun konsolunun reklamlarini izleyip duruyorum. Reklamda Wii ile spor yapabilecegimiz, kendimize gunluk programlar hazirlayip cok rahat fit olabilecegimiz propagandasi yapiliyor. Gecen gun bizim cocuk isten cikarken iki kizin eve gidip Wii'de hula hoop cevireceklerini duymus. Tam bir work out oluyormus. Neredeyse butun spor aktivitelerini bile evde ekran karsisinda yapmaya basladigimiz bir donemde 3 kosucunun Afrika'yi kosarak gecmesi beni cezbetti.



Ayrica Afrika kitasinin harika goruntuleri, çölün nefes kesen guzelligi, kosucular ve Afrikalilarin iliskisi, her ne kadar sonu basarili bitse de yasanan gerilimler, boylesi bir organizasyonun gerceklesmesi sirasinda karsilasilan guclukler, insan iliskileri gercekten izlenmeye deger.

10 Haziran 2009

Almancı - Karşı Resimler

Her ne kadar Istanbul'u ozlemesem de, gittigimin haftasina bayacagimi ve kacmak isteyecegimi bilsem de Istanbul'da olmak istedigim zamanlar/anlar olmuyor degil. Sabah hemsirem Istanbul Modern'le ilgili bir link gonderince icim gitti diyebilirim. Gorunen o ki Istanbul Modern "Almanci" baslikli bir haftalik sinema ve soylesi programi hazirlamis. Toplam 19 filmin gosterilecegi programda, Almanya'daki goc ve gocmen halleri sinema araciligi ile inceleniyor. Her gosterimden sonra Fatih Akin, Birol Unel gibi isimlerin de aralarinda bulundugu sinemacilar/oyuncularla soylesiler yapiliyor. 12-20 Haziran tarihleri arasinda gerceklesecek etkinlik ile ilgili detayli bilgi ve programa buradan ulasilabilir.

2 Haziran 2009

Film Listesi

2013

70. Nebraska (2013) - Alexander Payne
69. A Thousand Times Good Night (2013) - Erik Poppe
68. The Croods (2013) - Chris Sanders & Kirk De Micco
67. The Truman Show (1998) - Peter Weir
66. Yozgat Blues (2013) - Mahmut Fazıl Coşkun
65. Hayatboyu (2013) - Aslı Özgen
64. Küf (2012) - Ali Aydın
63. Prisoners (2013) - Dennis Villeneuve
62. Ginger and Rosa (2012) - Sally Potter
61. Lovelace (2013) - Rob Epstein & Jeffrey Freidman
60. The Bling Ring (2013) - Sofia Coppola
59. Karnaval (2013) - Can Kılcıoğlu
58. Lorna's Silence (2008) - Dardenne Brothers
57. The Informant! (2009) - Steven Soderbergh
56. Side Effects (2013) - Steven Soderbergh
55. World War Z (2013) - Marc Foster
54. Olympus Has Fallen (2013) - Antoine Fuqua
53. Now You See Me (2013) - Louis Leterrier
52. The Best Offer (2013) - Giuseppe Tornatore
51. Locke (2013) - Steven Knight
50. Inside Llewyn Davis (2013) - Coen Brothers
49. Le Passe (2013) - Asghar Farhadi
48. Ain't Them Bodies Saints (2013) - David Bowery
47. The Necessary Death of Charlie Countryman (2013) - Fredrik Bond
46. Admission (2013) - Paul Weitz
45. Rush (2013) - Ron Howard
44. A Royal Affair (2012) - Nikolaj Arcel
43. I, Anna (2012) - Barnaby Southcombe
42. Sunshine Cleaning (2008) - Christine Jeffs
41. Safe Haven (2013) - Lasse Halstrom
40. The Great Gatsby (2013) - Baz Luhrmann
39. The Great Gastby (1974) - Jack Clayton
38. C.R.A.Z.Y (2005) - Jean Marc Vallee
37. Before Sunset (2004) - Richard Linklater
36. Barefoot in the Park (1967) - Gene Saks
35. Take This Waltz (2011) - Sarah Polley
34. Gangster Squad (2013) - Ruben Fleischer
33. Four Months, Three Weeks, Two Days (2007) - Cristian Mingiu
32. Wreck-It Ralph (2012) - Rich Moore
31. Les Miserables (2012) - Tom Hooper
30. London to Brighton (2006) - Paul Andrew Williams
29. Rhino Season (2012) - Bahman Ghobadi
28. Hold Back (2012) - Rachid Djaidani
27. Tabu (2012) - Miguel Gomes
26. Towshead (2013) - Shannon Plumb
25. Black Pond (2011) - Tom Kingsley, Will Sharpe
24. Charade (1963) - Stanley Donen
23. Holy Motors (2012) - Leos Carax
22. Kauwboy (2012) - Boudewijn Koole
21. The Net (1995) - Irvin Winkler
20. Django Unchained (2012) - Quentin Tarantino
19. Beyond the Hills (Dupa Dealuri) (2012) - Cristian Mungiu
18. Lincoln (2012) - Stephen Spielberg
17. Safety Not Guaranteed (2012) - Colin Trevorrow
16. Seven Psychopaths (2012) - Martin McDonagh
15. Band's Visit (Bikur Ha-Tizmoret) (2007) - Eran Kolirin
14. Ruby Sparks (2012) - J. Dayton & V. Faris
13. Uzun Hikaye (2012) - Osman Sinav
12. Sleepwalk with Me (2012) - Mike Birbiglia
11. Eldjfall (Volcano) (2011) - Runar Runarsson
10. Samsara (2011) - Ron Fricke
9. Argo (2012) - Ben Affleck
8. Brave (2012) - Mark Andrews, Brenda Chapman, Steve Purcell
7. La Nouvelle Guerre Des Boutons (2011) - Christophe Barratier
6. Lore (2012) - Cate Shortland
5. Silver Linings Playbook (2012) - David O. Russell
4. Life of Pi (2012) - Ang Lee
3. The Perks of Being a Wallflower (2012) - Stephen Chobosky
2. Looper (2012) - Rian Johnson
1. Pazarları Hiç Sevmem (2012) - Rezzan Tanyeli

28 Mayıs 2009

Kafamdaki Makina

Asi ve Demir ciftini ekranlarin en kotu opusen cifti seciyorum, sevgili okur. Buradan senaristlere sesleniyorum, bu ikisine ne opusme ne de ask sahnesi yazin. Yani opusme sahnesi olmamasi konusunda kesin kararliyim ama illa biz birbirimizi sevmek istiyoruz diyorlarsa o zaman da birazcik rol yapmasini ogrensinler. Cok uzaklara da bakmalarina gerek yok hani , yani baslarinda Cetin Tekindor ve Nur Surer duruyor. Demir'in o kollarini vucuduna yapistirip rap rap yurumesi yok mu, 'kucuk asker, kucuk asker" sarkisini getiriyor aklima. (Aslinda o dizide kollarini vucuduna yapistirmadan yuruyen erkek yok gibi. Cetin Tekindor haric tabi) Mimik bile yapamayan oyuncular ask sahnesi cevirmesin canim!

Son birkac aydir izlemeye basladigim Yaprak Dokumu'nde Ali Riza Bey 2 sezonu da o catik kaslarla mi oynadi merak icerisindeyim. Uzulunce catik kas, sevinince catik kas, kizinca catik kas (o tamam) Ali Riza Bey'cigim arada bir tebessum etsen mesela? Her duyguda farkli yuz kaslarini calistiran Guven Hokka'da mi ozendiremiyor anlamiyorum ki. Bir de Necla'nin ses tonu bir tek beni mi irrite ediyor? Hikayenin absurdlukte ulastigi noktayi tartismaya acmiyorum bile. Gereksiz. Ama Ali Riza Bey'den ricam bari son bolumde benim icin bir gulsun, olma mi?

Dizilerin en ruh hastasi karakteri tartismasiz Bir Bulut Olsam'daki Mustafa Bulut. (Aslinda tam gazetelerin sevecegi turden bir insan kendisi - "cilgin asik" diye baslik atmaya bayildiklari memleket psikolarinin ekrandaki mumessili) Melisa Sozen ve Engin Altan Duzyatan'da goze batmadan oynayip yuvarlanip gidiyorlar ailecek. Yalniz Narin'in 17'lik goruntusu kahkullerle filan biraz biraz idare ediyordu ama kahkuller kalkip bir de makyaj yapilinca bizim kiz da bir buyudu pir buyudu. Son bolumde Mustafa'nin annesi Narin'in annesine "Senin kizin benim oglumu bastan cikardi" deyip basti gitti, hic yakistiramadim. Zaten bu "bastan cikaran seytan kadinlar" soylemine ezelden beri sinir olurum. Kocasi aldatan da buna siginir, oglu karisini aldatan da. Kadin seytandir, bastan cikarir. Oh valla, yillardir duzen ne guzel kurulmus tikir tikir isliyor erkekler lehine. Bir de kadinlar da bunun parcasi olmuyorlar mi tirnaklarimi yemek istiyorum. Butun bolum boyunca bekledim, bir allahin kulu da cikip kadina agzinin payini vermedi. Meral Okay dizide iyi hos okuyamayan kiz cocuklarini okutuyor ama olay okutmakla bitmiyor iste. O kizlardan biri de yarin obur gun "seytan, bastan cikaran kadin" cumlesini kurdu mu neye yaradi onca emek?

Her ne kadar Bir Bulut Olsam'i duzenli izlemeye calissam da soyle bir gercek var ki Turkiye yapimi dizileri izlerken cok ama cok sıkılıyorum. Iyi ki internet uzerinden izlemenin hizli hizli sahneleri gecme kolayligi var. Bir diziyi izlemem en fazla 20 dakikami aliyor boylece. Televizyonun basinda mumkunati yok bu dizileri izleyemem.

26 Mayıs 2009

New York'u Nasil Bilirsiniz?

"It is an ugly city, a dirty city. Its climate is a scandal. Its politics are used to frighten children. Its traffic is madness. Its competition is murderous. But there is one thing about it-once you have lived in New York and it has become your home, no other place is good enough."

John Steinbeck

Kabaca cevirecek olursam (ben hep kabaca ceviririm zaten, cevirim asla iyi degildir)

"Cirkin bir sehir, kirli bir sehir. Iklimi bir skandal. Siyaseti cocuklari korkutmak icin kullanilir. Trafigi delilik. Rekabeti olumcul. Ama onunla ilgili bir sey var ki-bir kere New York'ta yasadiysaniz ve sizin eviniz olduysa, diger hicbir sehir yeteri kadar iyi degildir."
John Steinbeck

New York'la ilgili simdiye kadar okudugum/duydugum en guzel sozcukler bunlar...

14 Mayıs 2009

Fahişe

Teoman'in "Fahişe" şarkisini deli gibi begenen bir ben miyim acaba?

Herkes, dedi, merak içinde, ölümden sonra hayat var mı diye
Boşuna düşünürler, sanki hayat varmış gibi ölümden önce

----

Tek başıma bu vücutla fırlatıldım bu dünyaya
Aşk da basit, pişmanlık da,
Hayat hoyrat bu zamanda
şahin kuşa, kuzgun leşe,
Ben değil bu dünya
Fahişe.

Durmadan dinliyorum. Sesini sonuna kadar acip.

Ruhuma iyi geliyor.

8 Mayıs 2009

Inevitability of Your Own Death

"Life has no meaning the moment you lose the illusion of being eternal" J.P. Sartre

Bugun Stanley derste Sartre'in "kendi ölümünün kacinilmazliginin farkina vardigin an yasamaya baslarsin" dedigini soyledi. ölüm meselesine bu kadar kafayi takmisken Sartre okumanin zamani gelmis de geciyormus. Okuma listem kabardikca kabariyor, lakin listede bir ilerleme yok.

Su okul bir tatil olsun.

4 Mayıs 2009

Whose Hoose is That?



Ben sonbahara kadar bir daha gidemeyiz diyordum ama bizim cocuk okulun son 2 haftasina 2 Broadway oyunu sıkıştırdı. The 39 Steps ve Chicago..

The 39 Steps'e cuma aksami gittik. Aslinda bu oyunla ilgili en ufak bir bilgim yoktu ama bizim cocuk zamaninda hazirlikta ingilizce dersinde kitabini okumus, konusu casusluk deyince icimdeki CSI ruhu kabardi ve gidelim dedim. (Cocukken Enid Blyton kitaplari okuyup, canim anneannemle "Muder, She Wrote" dizisindeki Jessica Flectcher'i ve TRT-1'de yayinlanan "Iz Pesinde" dizisini seyrederdim. Ne zaman anneannemlere gitsek kutuphanesindeki Agatha Christie'leri alip bir koseye cekilirdim. Soranlara "ileride dedektif olucam" derdim. Cok cesur bir cocuk da degildim hani. Hayal iste..)

Eveeet, yine dagittim konuyu toparliyorum sevgili okur panik yok.

Cuma aksami The 39 Steps'e gittik. Bu sefer ki bildigimiz tiyatro oyunuydu, muzikal degildi. Oyun kadrosu toplam 4 kisi ama oyle bir oynadilar ki sanirsiz 30 kisi sahne aliyor. O kadar hizli ve basarili karakter degisimi. Karakter degisimini vurgulamak icin -konusma ve ses tonu degisiminin yaninda- zekice planlanmis kostum degisimi. Yine insani hayrete dusurecek dekor kullanimi.

Casusluk hikayesini icine mizah katarak sahnelediler ama oyle bir oynadilar ki sanki tiyatro degil de film izledik. Tren uzerinde kovalama sahnesi oynadilar mesela. Sahnede aralari biraz mesafeli yerlestirilmis sandiklar. Onde esas cocuk Rrrrrichard, arkada Alman casuslar sandiklarin tepesinde ilerliyorlar. Richard devamli pardesusunun eteklerini tutup dalgalandiriyor. Arkadaki Almanlar da ayni sekilde. Salonda derin bir ruzgar sesi. O kadar basarililar ki o sandiklarin tepesinde degilde gercekten trenin tepesinde ruzgarda ilerlemeye calisiyorlar saniyorsunuz. (Asagidaki fotograf tam da bahsettigim sahnenin)


Devlet tiyatrolari boyle birsey icin odenek ayirir mi bilemem ama Londra ve/veya New York'taki belli basli birkac oyunu yonetmenlerin her sene izlemesi gerektigi kanaatindeyim. (Belki de izliyorlardir kimbilir...)

Bu arada biletler cok pahali (bizimki okul icin ayrilmis indirimli bilet statusunde) ve tam da tiyatro kime hitap ediyor -parali orta ust sinifa mi yoksa tiyatro icin bile zaman ve butce ayiramayan alt siniflara mi- sorusunu cok da guzel yanitliyor. Sanirim 2 sene once Istanbul Buyuksehir Belediyesi biletleri 1 ytl'den satmaya baslayinca bu tartisma Turkiye'de patlak vermisti. "Gosteri sanatlari ile eglenmek" anca belli bir sosyo-ekonomik statudeki insanlarin harci. Cem Yilmaz gosterilerine kimler gidebiliyor, ozel tiyatrolarda oyunlari kimler izleyebiliyor, konserleri kimler takip edebiliyor (Depeche Mode konser bilet fiyatlarini gordunuz mu mesela), sinemaya bile kim gidebiliyor..

Bunlari yapabildigi icin insanin kendini "kulturlu" addedmesi ve yapamayanlari "kultursuz, hırto" gormesi ve elestirmesi ("bu halk birak kitap okumayi, gazete okumayi bile bilmez" vs. tavirlari) bana cok buyuk bir iki yuzluluk gibi geliyor. Bence yaptigimiz "kulturel" aktivitelerin ufak bir sinifin imkaninda oldugunun farkinda olarak yasayalim, asagilamayalim, yargilamayalim, o bile bir erdemdir.


** Bu arada baslik the 39 Steps oyunundan bir replik. Iskoc aksani uzerinden yapilmis bir espri...

25 Nisan 2009

Michel der ki...

"If repression has indeed been the fundamental link between power, knowledge, and sexuality since the classical age, it stands to reason that we will not be able to free ourselves from it except at a considerable cost."

Michel Foucault

(Eger baski altinda tutma ilk caglardan beri guc, bilgi ve cinsellik arasindaki en temel bag ise, oyle geliyor ki hatiri sayilir bir bedel odemeden kendimizi ozgurlestiremeyecegiz.)

Bu aralar Foucault'nun "Society Must be Defended" isimli kitabini okuyorum. Bu alinti o kitaptan degil. Dun derste guc (power) ve bilgi (knowledge) arasindaki iliskiden bahsederken hoca aklimdan film seridi gibi ornekler geciyordu. Adorno uzerine yazdigim paperda da sagolsun ulkemden bol bol malzeme kullanmistim. Hoca da bana "beni Turkiye medyasi hakkinda bilgilendirdigin icin cok tesekkur ederim. Yazdigin hersey konuyla alakali" notu dusmus. Sen bekle aklini alicam, hele bi Foucault paperini yazayim.. :)

1 Nisan 2009

All the President's Men

Bu aralar ne zaman film izlemeye kalksak aramizda bir pazarlik basliyor: "senin filmlerini mi izleyelim, benim filmlerimi mi". Ikimiz de cilginca olmasa da internetten film arakladigimiz icin masallah arsivlerimiz bol. Gecenlerde yine boyle bir pazarligin ardindan bizim cocugun arsivinden bir film izlemeye karar verdik (!) Gerci filmi ben sectim. Watergate skandalini ve Richard Nixon'in istifasini bilirdim ama skandalin tam olarak ne oldugunu bilmiyordum. Olayin nasil ortaya ciktigini da. Bu sebepten All The President's Men, seyirciden gelen en yuksek oyu alarak izlenmeye layik goruldu.



Olaylar bes adamin bir gece yarisi Watergate binasinda bulunan Democratic National Committee'ye (Demokratlara yani) ait ofislere gizlice girmesiyle basliyor. Tamamen tesaduf eseri yakalanan bu bes kisinin mahkemedeki durusmasina donemin unlu avukatlarindan birinin katilacagini ve saniklari savunacagini ogrenen Washington Post muhabiri Robert Woodward solugu mahkemede aliyor. Ustelik avukat, saniklar avukat istemek icin tek bir telefon konusmasi bile yapmadan davayi ustleniyor. Mahkemede hakim saniklari sorgulardan, tek tek mesleklerini soruyor. Iclerinden birisi -ilk konusan- eski bir CIA calisani oldugunu soyleyince Woodward buyuk bir skandalin ilk sinyallerini de almis oluyor. Washington Post'tan Carl Bernstein ile birlikte bu haberin uzerinde calismaya basliyorlar.

Cok uzun ve zorlu bir surecten geciyorlar, cunku ust seviyedeki siyasilerin son derece karanlik islerin isine karistigini ortaya cikarmak hic de kolay degil. Kimse gazetecilerle konusmak, bilgi vermek istemiyor. O sirada gazetenin yayin kurulu ile de ciddi zorluklar yasiyorlar. Gazetenin yayin kurulu Beyaz Sarayi karsisina almak istemiyor haliyle.

Film son derece surukleyici, Amerikan tarihinin en buyuk skandallarindan birini tum ciplakligiyla anlatiyor. Filmin icine o donem cekilmis televizyon kayitlari yerlestirilmis. Washington Post'un haberi ile ilgili Hukumet tarafindan yapilan yorumlari, 1972-73'de hukumette calismis kisilerin kendi agizlarindan dinliyorsunuz. Baskan Nixon'un da goruntuleri keza oyle.

Siyasetin nasil buyuk bir erk oldugunu, hileleri, karanlik isleri nasil da guzelce orttugunu film apacik bir sekilde gosteriyor. Karanlik islere tanik olan onca kisiden sadece birisinin konusma cesaretini gostermesi ve Washington Post'un devlet kurumlari tarafindan ve "mainstream" dusunenler tarafindan -yani bu kurumlarin herhangi bir kirli ise bulasmis olamayacagina dair koru korune inananlar tarafindan- defalarca tehdit edilmesine ragmen yilmadan (o da buyuk bir sans) bu olayin ustune gitmesi, Watergate skandalinin ortaya cikmasindaki en onemli 2 faktor. Bu skandali Ergenekon sorusturmasi kapsaminda tekrar dusunmekte fayda var sanirim. Kurumlar pis islere, karanlik islere bulasabilirler. Hic ama hic tahmin etmeyecekleriniz bile! Lord Acton der ki "Power tends to corrupt, absolute power corrupts absolutely!" (Butun gucler yozlasma egilimindedir, mutlak guc mutlak yozlasmaya goturur.)

** Bu arada bahsetmeyi unutmusum, Woodward'i Robert Redford, Bernstein'i Dustin Hoffman canlandiriyor. Ikisi de son derece basarili ve son derece inandiricilar. Oyunculuktan sifir anlayan birisi olarak benim kendi kriterim sudur: Bir aktor oynadigi roldeki kisi olduguna beni inandiriyorsa, o benim icin basarili bir oyuncudur. Filmi izlerken kimseyi canlandirmadiklarina ve asil gazetecilerin o ikisi olduguna ziyadesiyle inanmistim. Bu arada yayin yonetmenleri Woodward ve Bernstein isimlerini birlestirip Woodstein diye cagiriyor ikisini. Tipis tipis bir gidis sahneleri var ki, seyre deger! Bir de Redford'in hic kesilmeden cekilmis yaklasik 7-8 dakikalik sahnesi var, muthis!