30 Ocak 2013

Samsara (2011)


Samsara, 25 ülkelik geniş bir coğrafyada çekilen ve 4 yılı aşkın sürede tamamlanan bir belgesel, bir görsel şölen. Doğanın sunduğu renklerin, desenlerin, şekillerin üzerinde ilerleyen, bazen de içlerinden geçen bir kamerayla biz fanilere, büyük olasılıkla dünya gözüyle görmeden öleceğimiz, birbirinden güzel kareler ulaştırıyor. Film, ışığın sebep olduğu değişimlerin, aydınlığın peşi sıra gelen karanlığın ve bir müddet sonra tekrar nüfuz eden aydınlığın, kısacası her gün tanık olduğumuz gezegen ve yaşam döngüsünün tanıklığını yapıyor. Afet alanlarından kimsesiz sahillere, ağırbaşlı tapınaklardan kaotik şehir merkezlerine, coğrafi oluşumlardan insan eliyle yaratılan heykellere uzanan epey geniş bir yelpazeden görüntüler naklediyor. Endüstrileşen coğrafyalarda insan hayatının geldiği nokta -seri üretim, fabrikalar ve kalabalık şehir manzaraları- ile endüstrileşmemiş bölgelerde doğanın sunduğu sakinlik, duruluk ve güzellik birbiriyle tezat oluşturacak nitelikte aktarılıyor. Samsara, Uzakdoğu kültüründe ''sürekli/kesintisiz akış'' anlamına geliyormuş. Doğum, yaşam ve tekrar doğum olarak ilerleyen yaşam döngüsü bu kesintisiz akışı sağlıyor. Filmin müzikleri de elde edilmek istenen akışa harika bir fon oluşturuyor. Filmi izlerken görüntülerin nerelerde çekildiğini öğrenemiyoruz. Yani görüntülerin kıyısında köşesinde ülke/şehir isimleri yazmıyor. Ben açıkçası bu durumu bilinçli bir tercih olarak yorumladım. Yönetmenin başarmak istediği şeyin turistik tanıtım filmi izlermiş gibi görüntülerin menşeine değil, hissettirdiklerine odaklanmamız olduğunu düşündüm. Benim gibi meraklıları için çekim yapılan bölgelerin listesini internet sitelerinde hazırlamışlar zaten. Su gibi akan görüntülerin üzerine eklenmiş dinlendirici bir müzikle gerçekleşecek ve bir saat kırk dakika sürecek meditasyona hazırsanız Samsara'yı kaçırmayın.

Yönetmen: Ron Fricke
Yılı: 2011
Yıldız Karnesi: *****

29 Ocak 2013

The Perks of Being a Wallflower - Kitaplar


Romanda ismi geçen kitapların, filmde bahsedilen kitaplardan daha fazla olduğu söyleniyor. Romanı henüz okumadığım için bu konuda bir yorum yapamayacağım ama filmde karşımıza çıkan kitapların listesi şöyle: 

To Kill a Mockingbird - Harper Lee
The Great Gatsby - F. Scott Fitzgerald
On the Road - Jack Kerouac
A Separate Peace - John Knowles
The Catcher in the Rye - J.D. Salinger
The Stranger - Albert Camus

25 Ocak 2013

The Perks of Being a Wallflower: Ergenliğin Sancılı Yolları


15. yaşınızı hatırlıyor musunuz? Hani liseye başlamıştınız. Ya 16. ve 17.sini? Peki liseden mezun olduğunuz ve hayatın huzuruna bir yetişkin olarak çıktığınız 18. yaşınızı hatırlıyor musunuz? Neler hissettiğinizi? Hayatın coşkun, dolu dizgin akan bir ırmak gibi önünüzde uzayıp gittiğini düşündüğünüz o günlere dair neler hatırlıyorsunuz şimdi? Önünüzde sonu gelmez seçimlerin beklediği, hayatınızın siz ne yöne çekseniz oraya gidecek, henüz işlenmemiş ham madde gibi avucunuzda durduğu o eski günler hiç aklınıza geliyor mu peki? The Perks of Being a Wallflower, izleyiciyi kolundan tutup büyümenin, birey olmanın sancılarının yaşandığı, kendini tanıma çabalarının hükümranlığıyla geçen, arkadaşlarımızla vakit geçirmekten başka bir meşgalemizin olmadığı o naif ve uzak döneme, ilk gençlik yıllarına geri götürüyor.

23 Ocak 2013

Eski Pilot Yeni Dedektif: Remzi Ünal


Tarsus'ta başlayıp Boğaziçi Üniversitesi'ne uzanan, sonrasında İstanbul'un muhtelif semtlerine uğranarak anlatılan bir hikaye Çıplak Ceset. Kanundaki değişiklikten yararlanarak özel dedektif olmuş eski hava pilotu Remzi Ünal, Tarsuslu bir işadamının ortadan kaybolan yeğenini bulmakla görevlidir. Yalnız yaşar. Evinde geçirdiği zamanlarda bol bol bilgisayar başında uçak simulatörü oyunu oynayan Remzi Ünal, aikido sporuna gönül vermiş bir kişiliktir. Tarsuslu işadamından yüklü bir avans alıp Boğaziçi'nde sosyoloji okuyan kayıp yeğenin peşine düşer. Remzi Ünal serisinin ilk kitabı olan Çıplak Ceset'in öne çıkan özelliği kurgusundan ziyade sade bir anlatımla elde edilen sürükleyicilik. Anlamsız detaylarla sayfa sayısını artıran ve bu esnada okuyucu hayatından bezdiren kitaplardan kesinlikle değil. Hem heyecanı son ana kadar ayakta tutabiliyor, hem de temiz bir anlatımla sayfalar elinizde akıp gidiyor. Alengirli bir hikayesi, oyun içinde oyunları pek yok. Hikayeye, polisiye tutkunlarının belki de çözmekte zorlanmayacağı bir gizem hakim. Ama Remzi Ünal karakterinin kendini sevdiren, okuyucuyu eğlendiren bir tarafı var. Behzat Ç. gibi toptan sıyırmış olmasa da Remzi'nin de hafif ''arıza'' durumları mevcut. Polisiye türünü sevenler bu seriye bir şans versin derim. 

Çıplak Ceset: Bir Remzi Ünal Polisiyesi
Celil Oker
Merkez Kitaplar
2010
Yıldız Karnesi: ***1/2

21 Ocak 2013

Veciz Sözler - Barış Bıçakçı


Türkiye'ye döndükten sonra okuduğum ilk Türkçe kitap Güzel Günler Göreceğiz oldu. Barış Bıçakçı'nın yazı dilinin tadını alınca da gerisi iplik söküğü gibi geldi. Güzel Günler Göreceğiz'i Sinek Isırıklarının Müellefi takip etti. Ardından Aramızdaki En Kısa Mesafe'yi okudum. İçlerinde en çok onu sevdim (Burada şair kendi çocukluğuna sesleniyor). Serüvenimin son durağı ise Veciz Sözler oldu. Kullandığı sade diliyle hem tanığı olduğum hem de hiç bilmediğim yaşamların kapılarını önüme aralayan Bıçakçı'nın bu seferki anlatıcısı Veciz Sözler isimli radyo programının müptela dinleyicisi bir şahıs. Programın sunucuları dinleyicilere her gün yeni bir sözcük takdim ediyor; dinleyiciler de programı arayıp bu sözcüğün düşündürdüğü tanımlamayı birbirlerine anons ediyorlar. Burada kendiliğinden doğan ufak bir komün sözkonusu. Zira arayanların pek çoğu da birer müdavim ve duydukları her yeni kelimeyi hevesli öğrenciler gibi dinleyip ödevlerini sunmak için telefonun başına geçiyorlar. Bazen birbirlerine nazire yapıyorlar, yaptıkları tanımlamalarla birbirlerine selam gönderiyorlar. Anlatıcımız bu anlam cambazlarından birine fena halde kafayı takıyor. Öyle ki sadece adını ve mesleğini bildiği bu program iştirakçisinin hayatıyla ilgili bir hikaye uyduruveriyor. Bir süre sonra okuduğumuz hikayenin hangi anlatıcıya ait olduğunu unutup kelimelerin, Sulhi'nin yaptığı seçimlerin, yaşadığı hayal kırıklıklarının, çektiği kalp ağrılarının, tek bir kişiye sunduğu dostluğunun, sırdaşlığının kısacası yaşamının önümüzde arzı endamına tanık oluyoruz. Sulhi'nin Veciz Sözler'de kurduğu cümleler gelip midemizin tam ortasına oturuyor. Barış Bıçakçı, insani bir sezişle içimizde taşıdığımız onca gözlemi kaleminin ucuyla bir kez daha bilincimizin su yüzeyine çıkarıveriyor.

Veciz Sözler
Barış Bıçakçı
İletişim Yayınları
2002
Yıldız Karnesi: *****

16 Ocak 2013

Oradan Buradan: Matthieu Forichon

Yollarımız kesiştiği anda hayranı olduğum bir çizer Matthieu Forichon. Sayfasında harcadığım zamanı ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Uzun uzun incelediğim çizimlerinin temasını insan ve mekan olarak adlandırmayı tercih ettim lakin Forichon'nun en çok çalıştığı konu kadınlar. Sokakta, evde, davette, trende, alışverişte, tatilde, akşam yemeğinde, bisiklete binerken, yağmurdan kaçarken, en çok da yalnız başına resmedilmiş kadınlar. Bütün bu kadın çizimlerinin arasına serpiştirilmiş birkaç figürsüz şehir çalışması da mevcut. Issız, terkedilmiş sokakların resmedildiği bu çizimlerdeki yalnızlık, her bir çizimin üzerinde yazan ''(S)he will be there'' (Orada olacak) ifadesi ile iyice vurgulanıyor. İnsansız çizimler, insansız şehirler gibi. Soğuk ve ürpertici. Matthieu Forichon'nun çizimlerinin daha fazlasını görmek için blog'una, tumblr'ına ya da internet sayfasına göz atabilirsiniz.





10 Ocak 2013

Pazarları Hiç Sevmem


Hastanede ecelle pençeleşen Oğuz'un (Edhem Dirvana) babasının son arzusu pek sevdiği arabasını son bir kez görebilmektir. Oğuz arabayı bir gece hastanenin önüne çeker, babası ondan habersiz perdeyi aralar ve arabasına son kez bakar. Ertesi gece araba Oğuz'un arkadaşı Ayşe'nin (Ezgi Mola) düğünü için süslenir, püslenir ve düğün salonunun önüne gelir. Belki de arabasının ondan izinsiz başkasına gittiğini hisseden baba o gece ruhunu teslim eder. Oğuz ve kardeşi Kerem (Umut Kurt), cenaze arabası önde, tanıdıkların arabaları ortada, bunlarsa en arkada gecenin bir yarısı ayrılırlar İstanbul'dan. Defin işlemi için memleketlerinin yolunu tutarlar. Hikayaye kıyısından köşesinden Deniz (Melisa Sözen) dahil olur. Hayatın farklı şekilde hırpaladığı Oğuz ve Deniz'in teğet geçen yolları böylece kavuşmuş olur. Pazarları Hiç Sevmem, cazip isminden dolayı epey merak ettiğim bir filmdi. Ne konusu, ne oyuncu kadrosu hakkında herhangi bir fikre sahip olmadan başladım izlemeye. Lakin ilk on dakikanın sonunda beklentilerim yerini hüsrana bıraktı. Zorlama gibi duran diyaloglar ile akmayan hikayesine rağmen güzel müzikleri ve başarılı sinematografisiyle (49. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü almışlar) ittire kaktıra tamamladım filmi. Bana göre filmin en önemli sorunu gerçeklikle absürdlük arasında sıkışıp kalması. Bu, dramı absürd komediyle harmanlayalım fikri bazı sahnelerin iğreti durmasına neden olmuş. Ne yardan ne serden tutumu yerine gerçeklik ya da absürdlükten biri tercih edilseydi anlatım daha tutarlı olurdu. Diğer bir mesele ise yan hikaye ile ana hikaye arasında sağlam bir ilişki kurulamaması. Bu sebepten yan karakterler şaşkın tavuklar misali dolaşıyor ortalıkta. Ayşe ile Oğuz arasındaki durum - şayet fragmanı izlemediyseniz - filmin sonunda diyalogla ifade edilene kadar anlaşılmıyor bile. Filmin içindeki gizem unsurlarını, bazı şeylerin hiç açıklanmamasını ise pek yadırgamadım. İzleyicinin hayalgücünü hedef alan filmleri severim ben, yeter ki hikaye aksın gitsin, anlatım tutarlı olsun.

Yönetmen: Rezzan Tanyeli
Yıl: 2012
Yıldız Karnesi: **

7 Ocak 2013

Sitcom Arayanlara Tavsiye: Episodes


Geçtiğimiz sene pek çok sitcom'da şansımı denedikten sonra (New Girl, Don't Trust the B---- in Apt. 23, Are You There Chelsea), nihayet gönlüme göre bir dizi bulabildim: Episodes! Yayınlanmış iki sezonu (toplam 16 bölüm) kısa sürede tüketerek başladığım yere geri dönmüş olsam da, yazın üçüncü sezonun başlayacağını kendime hatırlatıp yüreğime su serpiyorum. İngiltere ve Amerika ortak yapımı Episodes, her bölümünü sıkılmadan tekrar tekrar izlediğim Friends'in yaratıcısı ve yazarı David Crane ile dizi piyasasında daha önce yolumun hiç kesişmediği Jeffry Klarik'in ellerinden çıkma. Başrolleri Friends'in Joey'si Matt LeBlanc, (Black Books ve Emma'dan beri) pek bayıldığım Tamsin Greig ve bu dizide tanışıp sevdiğim Stephen Mangan paylaşıyor.

İngiliz çift Beverly (Tamsin Greig) ve Sean (Stephen Mangan), İngiltere'de izlenme rekorları kıran ve ödül üstüne ödül alan komedi dizisi Lyman's Boys'un senaristleridir. Ödül gecesi heyecanları henüz taptazeyken karşılarına çıkan Amerikalı yapımcı Merc Lapidus (John Pankow), Beverley ve Sean'a L.A'e taşınıp dizinin Hollywood versiyonunu çekmelerini teklif eder. Önlerine çıkan bu fırsata Sean çocuklar gibi sevinirken Beverley pek istekli değildir. Hiç tanımadığı bir ülkede kariyerini yeniden test etmek, alıştığı düzeni bozmak, hatta Londra'nın yağmurlu, çirkin havasından dahi ayrılmak istemez. Lakin muhterem kocasının azmi ve isteği Beverley'nin kendini rahat hissettiği konfor alanından çıkmasına ve teklife (sırf Sean için) evet demesine neden olur. Yeni bir ülkeye, şehre, daha da önemlisi yeni işlerine alışmaya çalışan kahramanlarımızı elbette kolay günler beklememektedir. Hiç akıllarında yokken, hatta ismi kendilerine önerildiğinde şiddetle karşı çıkmalarına rağmen, yazacakları dizinin kadrosuna Matt LeBlanc dahil edilir. Beverly ile Sean'ın Hollywood serüveni de böylece başlamış olur. Bu serüven süresince hem Amerika'daki insan ilişkilerine ve televizyon piyasasının işleyişine dair yeni şeyler öğrenecek, hem de kendi ilişkilerini test edeceklerdir.

Matt LeBlanc, kurgulanmış "Matt LeBlanc" karakterinde orta yaşlı, zengin, dul, çocuklarını seven ama sorumluluk sahibi baba olmayı bir türlü başaramayan bir Hollywood yıldızını oynuyor. Yer yer Friends'in Joey'sini andıran hal ve tavırlar gösterse de hiçbir halttan anlamayan, tek derdi uçkuru olan, saf, salak Joey ile benzeştiğini söylemek pek mümkün değil. Burada da uçkurunu tutamadığı oluyor belki ama pişmanlıkları, korkuları, zaafları olan bir yanı da var karakterin. Sevmeyi bilen bir tarafı var. Üstelik LeBlanc'ın kendisiyle dalga geçebilen bir aktör olması onu izleyici gözünde daha da güçlü kılıyor (aynısını başka bir dizide James Van Der Beek de başarıyla yapıyor). Beverly ürkek bir ceylan gibi. Şaşkınlığı, sevinci, üzüntüsü, kararsızlığı, pişmanlığı kısacası yaşadığı tüm duygular o kadar sade ve o kadar içten. Sean ise enerji dolu, komik, gururlu, şaşkınlıktaysa Beverly'le yarışır ama içinde bulunduğu yeni ve garip durumları ondan daha iyi idare eder. 2012'de Altın Küre'yi Matt LeBlanc kucaklamış olabilir ama diziyi izleme sebebim kesinlikle Tamsin Greig ve Stephen Mangan (üzgünüm Matt!). Dizide en-en-en-en sinirimi bozan karakterler ise Beverly ve Sean'ın sekreteri ile Matt'in ekibindeki Myra Licht (karakterin adını hiç kaydetmemişim IMDB'den baktım. Şu lafları uzata uzata burnundan konuşan hatun). Gereksiz abartılı karakterler ve onların hiçbir repliğine güldüğümü hatırlamıyorum. Diziden çıkarılsalar eksiklikleri hissedilmez.

Episodes bir yandan Amerika'daki dizi ve televizyon endüstrisi ile dalga geçerken diğer yandan izleyiciye bu endüstride tutunmanın zorluklarını aktarıyor. Uzun lafın kısası, Episodes 2012'nin en iyi sitcom dizilerinden. En iyisi demiyorum hem iddialı olur, hem de yayınlanan bütün sitcom dizileri izlemediğim için anlamsız olur ama sizin de aradığınız yarım saatlik komedi ise doğru adrestesiniz.

(Yıldız Karnesi: *****)

3 Ocak 2013

Paris-Manhattan (2012)


Paris-Manhattan, yorgun bir günün sonunda koltuğunuza gömülüp izleyeceğiniz, ince esprilerle bezeli, kafa yormayan, uçuş uçuş bir Fransız romantik komedisi. Depresyonun, sıkıntının, moral bozukluğunun, kısacası gündelik bir sürü derdin doğru filmleri izlemekle çözüleceğine inanan Alice sıkı bir Woody Allen hayranı. Hayatı onun filmleri üzerinden analiz edip, akşamları eve gittiğinde duvarına asılı dev Woody posteri ile dertleşiyor. Babasından devraldığı eczaneyi işleten Alice'in hayatındaki tek eksiklik ise aşk. Üstelik bu durum kişisel bir mesele olmaktan çıkıp ailevi bir dert haline gelmiş. Babası, ablası ile eniştesi -pek tabi farklı yöntemlerle- Alice'e koca bulmaya çalışıyorlar. Alice ise bu durumu (Woody Allen filmleri sayesinde) çoktan aşmış; ailesinin müdahalelerinden ise oldukça rahatsız. Zaten bütün bu seferberliğe rağmen kapısını bir türlü çal(a)mayan aşk, günün birinde arabuluculuk filan beklemeden, Alice'e doğru dörtnala ilerlemeye başlıyor. Filmin pek çok romantik komediden en büyük farkı, şaşalı bir aşk hikayesini ya da bir peri masalını değil, başımızdan geçmesi kuvvetle muhtemel, mütevazi bir aşkı konu ediniyor olması. Başrol oyuncuları Alice Taglioni (Alice) ile Patrick Bruel (Victor) harika bir uyum göstermiş. Onlara, yardımcı karakterlerin başarılı performansları da eklenince ortaya nehir gibi akan ve izleyeni sıkmayan romantik bir film çıkmış. Woody'nin çeşitli filmlerinden alınma replikleri de  zaman zaman kendinizi bir Woody Allen filminde sanmanıza neden oluyor. Ayrıca filmin açılış jeneriğini de pek beğendiğimi belirtmeden geçmeyeyim. Evet, Paris-Manhattan, üzerine uzun uzun düşünülecek bir materyal vermiyor. Başlangıçta da dediğim gibi hafif bir film ama bu hiçbir şey vaadetmediği anlamına da gelmiyor zira hoş vakit geçirmek isteyenlere film güzel bir seyirlik sunuyor. ***