31 Aralık 2012

Oradan Buradan: Minimalist Dizi Posterleri

Filmlerin (özellikle klasiklerin) minimalist posterleriyle internette çok sık karşılaşsam da dizilerin bu tür posterlerine ilk defa rastladım (bu tamamen benim kabahatim de olabilir tabi. Mesuliyet kabul ediyorum). Aşağıdaki tasarımlar 1987 Braga (Portekiz) doğumlu Marisa Passos'a ait. Üniversitede kimya okuyan Marisa, mezun olduktan sonra asıl yapmak istediği işin grafik tasarımı olduğunu fark etmiş ve bu alanda bir kariyer yapabilmek için kolları sıvamış. Ben en beğendim tasarımları aşağıya ekledim. Koleksiyonun tamamını görmek için flickr sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Minimalist TV Show PosterMinimalist TV Show PosterMinimalist TV Show PosterMinimalist TV Show PosterMinimalist TV Show PosterMinimalist TV Show PosterMinimalist TV Show PosterMinimalist TV Show PosterMinimalist TV Show Poster

5 Aralık 2012

Oradan Buradan: Uyumlu Kitap Ceketleri ve Ayraçları

Grafik tasarımcısı Igor Udushlivy'nin ellerinden çıkma bu kitap ceketleri ve ceketlerle uyumlu kitap ayraçları insanın iştahını kabartacak cinsten. Kitaplar, bir tasarımcı hayalgücünün at koşturacağı en büyük pistlerden biri olmalı.



































3 Aralık 2012

Sister (L'enfant d'en Haut) (2012)


Sister, İsviçre'de karlı dağların eteğinde kurulmuş küçük bir kasabada yaşayan Simon ve Louise'in hikayesini anlatıyor. İsmi bir türlü zikredilmeyen bu kasabayı çevreyelen dağların tepesinde turistlerin kayak yaptığı bir tesis bulunuyor. Burası gıcır gıcır montlarını, gözlüklerini, berelerini üzerlerine geçirmiş kayak yapan, dinlenen, yemek yiyen hali vakti yerinde (zaten hali vakti yerinde olmayanın dağda işi ne) insan kaynıyor. Dağın eteklerinde ise karın esamesi okunmayan, ortasından otoban geçen, dağdaki estetik güzellikten nasibini alamamış kupkuru küçük bir endüstri kasabası var. Simon ve Louise, bu kasabada, arkasındaki beyaz dağlarla tezat oluşturacak kadar sarı, uzun, ve çirkin binadaki ufak bir apartman dairesinde oturuyorlar. Büyük kardeş Louise'in doğru düzgün bir işi yok. Onun aslında bu durumu pek salladığı da yok. Evin geçimini, dağdaki tesiste turistlerden gözlük, eldiven, mont, kayak çalan 12 yaşındaki Simon sağlıyor. Dağdaki zenginlerden arakladıklarını kasabanın dar gelirli aile çocuklarına çok ucuza satarak para kazanıyor. Çantalardan yürüttüğü sandwichleri ise abla-kardeş akşam yemeğinde yiyorlar. Simon işinde ustalaşmış, nereye bakması gerektiğini, kendini nasıl kamufle edeceğini, neleri çalacağını çok iyi biliyor. Ablasının nadiren gösterdiği endişe emarelerini her seferinde savuşturuyor. Düzen bu şekilde oturmuş giderken Simon'un hayatında birtakım ufak değişiklikler gerçekleşiyor ve bir anda kendimizi onun yalnızlığını, sevgiye olan açlığını, çocuksu saflığını en ön sıradan izlerken buluyoruz. Zaten izleyiciyi de en çok bu sade, çıplak dram vuruyor. Başrol oyuncuları, hele hele Simon'u canlandıran Kacey Mottet Klein filmi sırtına alıp götürüyor. 62. Berlin Uluslararası Film Festivali'nden Gümüş Ayı ile ayrılan Sister aynı zamanda İsviçre'nin 85. Oscar Ödülleri En İyi Yabancı Film adayı. Hollywood filmlerine kısa bir ara vermek isteyenlere birebir. ****

5 Kasım 2012

Enteresan Linkler #1

  • Okuduğunuz kitap bitti, sırada ne var? Bu arama motoru bir sonraki kitap için fikir edinmek isteyenlere göre.
  • Eski kitaplar neden güzel kokar? Yanıtı burada.
  • Kitap değiş-tokuşuna olanak sağlayan Bookmooch'dan haberiniz var mı? 
  • Eğer yayıncısı ısrar etmeseymiş Orwell'ın 1984'ünü The Last Man in Europe olarak bilecekmişiz. Basımdan önce ismi değişen diğer kitap örneklerini merak ediyorsanız buraya buyrun. 

2 Kasım 2012

Oscar Yolunda Türkiye: Ateşin Düştüğü Yer (2012)

Türkiye'nin 2013 Oscar Ödülleri En İyi Yabancı Film yarışmasına gönderdiği Ateşin Düştüğü Yer'i epeydir merak ediyordum. Aslında filmle ilgili en ufak bir bilgim yoktu. Sadece juri kararını açıkladığında Zeki Demirkubuz'un gösterdiği tepkiyi hatırlıyordum. Tepkisinde haklı-haksız bir yorumda bulunmak zor ama Demirkubuz ve Ustaoğlu'nun filmleri yarışırken onlardan biri gönderilir beklentisine girmiş, karara şaşırmıştım (ne de olsa önyargılar hepimiz için).

31 Ekim 2012

Reading Update


Var mı acep benden başka okuyan ya da okumayı düşünen J. K. Rowling'ciğimizin son kitabını? Ben daha anca ilk bölümü devirebildim. Umarım arayı fazla açmadan bitirebilirim zira bu aralar azcuk konsantrasyon eksikliği çekiyorum.

23 Ekim 2012

Can (2011)

Yaşadığımız coğrafyada erkekliğin kanıtlandığı meydan muharebelerinden birisi askerlikse diğeri de çocuk sahibi olmak, daha doğrusu bir kadını "dölleyebilmek"tir. Hatta sadece dölleme yeteneğiyle kalınmaz, döllenen çocuğun cinsiyeti de önem taşır. Ne de olsa 'erkek adamın erkek çocuğu olur'. Engelli vatandaşların bir günlüğüne temsili askerlik yaparak erkekliğini ispat ettiği Türkiye'de, evli olduğu halde bir kadından çocuk peydahlayamayan bir erkeğin hali nice olur hiç düşündünüz mü?

6 Ekim 2012

Geriye Kalan (2012)


Geriye Kalan, geçtiğimiz ay İstanbul Modern Sinema'nın düzenlediği Biz de Varız! film programı gösteriminde izlediğim iki filmden biriydi (diğeri de Raşit Çelikezer'in son filmi Can'dı). Çok bilindik bir konuyu, bir aldatma öyküsünü ele alan film, yönetmen Çiğdem Vitrinel'in de ilk uzun metraj denemesi. Üst-orta sınıfa mensup, uzun yıllardır evli Sevda ile Cezmi çok da mutlu bir aile imajı çizmezler lakin gündelik hayatın sıradan akışında ilişkileri/evlilikleri bilindik rayında, sıkıcı ama alışılmış rotasında tıngır mıngır ilerler. Uzun zamandır birlikte yaşayıp biten ilişkilerinin farkında olan ama değişime açık olmadıklarından birbirlerine katlanmaya devam eden bütün çiftlerinki gibi. Bu akışı belli suların rotası bir gün Cezmi'nin dikkatini çeken bir kadınla, Zuhal ile değişir. Aynı işyerinde çalışan Cezmi ve Zuhal bir ilişki yaşamaya başlar. Sevda'nın bu ilişkiyi öğrenmesiyle dengeler değişir ve karşımıza hafif gerilim yüklü bir hikaye çıkar. 

2 Ekim 2012

360 (2012)

Hayatın seçimlerden ibaret olduğunu ve attığımız her adımda karşımıza çıkan seçeneklerden birini benimseyerek yolumuza devam ettiğimizi anlatan bir film 360. Bazen seçtiklerimiz, bazen de tam aksine seçemediklerimiz gideceğimiz yolu şekillendiriyor. Bazen de biz seçsek bile karşı taraf bizden vazgeçtiği için gitmek istediğimize değil, mecbur kaldığımız yola gidiyoruz. Belki istemediğimiz bir seçeneğe zorlanıyoruz; başımıza geleni gururumuza yediremiyoruz; inanışlarımızla ters düşünce vicdanımızla başbaşa kalıyoruz; uzun bir kovalamacanın ardından pes ediyoruz; kendimizden korkup başka bir güce sığınıyoruz; belki de sadece macera yaşamak istiyoruz. Ama hepsini yaparken hareket alanımız seçimlerle sınırlanıyor, belki de sınanıyor. Birbirine değen farklı kısa hikayelerle örülmüş ve geniş oyuncu kadrosu bulunan filmlerden genelde zevk almam ve 360 bu tarz bir film. Yeni ve ilginç bir söz söylemese de izleyiciye hoş (tamam birazcık da boş) bir seyirlik sunuyor. Kadrosundaki isimler arasında Anthony Hopkins, Jude Law, Rachel Weisz (ve ufak bir rolde oynamış da olsa pek sevdiğim Alman aktör Moritz Bleibtreu) var. Avrupa'dan Amerika'ya giden, oradan tekrar Avrupa'ya dönen 360 kafa dağıtacak film izlemek isteyenlere uygun bir seçenek olabilir.   ***

2 Ağustos 2012

Kütüphane Maceraları vol. 5

Bu aralar kütüphane ziyaretlerimi azaltmak zorunda kaldım. Zira Ağustos sonu gireceğim sınav için evde debelenip duruyorum. Ders dışı kitap okumayı bırakalı epey olmuştu; film izlemeyi de azalttım. Bütün heveslerimi sınav sonrasına saklıyorum. Defterime aldığım notların hepsini bir bir gerçekleştirmenin hayaliyle yaşıyorum. Umut, fakir doktora öğrencisinin ekmeği işte! 

6 Mayıs 2012

Dedemin İnsanları (2011)


Çağan Irmak'ın son filmi Dedemin İnsanları, 1970'lerin sonlarında, Ege'nin bir kasabasında başlıyor. Hikayenin ana karakteri Mehmet Bey'in hikayesi ise eskilere, 1920'lerde gerçekleşen mübadeleye kadar uzanıyor. Henüz yedi yaşındayken doğup büyüdüğü toprakları geride bırakıp ailesiyle birlikte nüfus değişimi sonucu Türkiye'ye geliyor Mehmet Bey. Ege'nin bir kasabasına yerleşip aile kuruyor, torun torba sahibi oluyor, aradan uzun yıllar geçiyor ama Girit'i hiç unutmuyor. Birisi bulur da eski evinde yaşayanlara ulaştırır diye kırık dökük Yunanca'sıyla yazdığı mektupları şişelere koyup denize bırakıyor. En büyük hayali, eski evini son bir kez görebilmek.    

3 Mayıs 2012

The Goddess of 1967 (2000)


Kütüphanede karşılaştığım sinefilin önerdiği filmlerden biriydi The Goddess of 1967. Tokyolu genç bir adamın 1967 model Citroen DS (Fransızca okunuşuyla De-Es ya da yazılışıyla Déesse yani Goddess) satın almak için Avustralya yollarına düşmesi ile başlıyor hikaye. J.M. internet üzerinden yazıştığı satıcıdan Goddess'ı almak üzere büyük bir heyacanla Avustralya'ya gider ama işler planladığı gibi yürümez. Gittiği adreste satıcıyı bulamaz. Satıcı yerine kör genç bir kadınla küçük bir kız karşılar onu. Satıcı ortalıkta yoktur ama Goddess'ı evin garajında onu bekler bulur. Hayaline bu kadar yaklaşmışken hüsrana uğrayan J.M.'in yardımına genç kadın yetişir. The Goddess'ın asıl sahibinin birkaç günlük araba yolculuğu mesafesinde yaşadığını söyler ve birlikte gitmeyi teklif eder. İkisinin de hayatlarını etkileyecek yolculuk böylece başlar. Zaman içinde bunun J.M.'i hayallerindeki arabaya kavuşturacak yolculuktan öte bir hikaye olduğunu anlarız. Genç kadının ve annesinin çocukluklarına yapılan geri dönüşlerle hikaye basit bir araba sevdasından çok daha fazlası olduğunu kanıtlar bize. Geçmişle intikam almadan yüzleşilebilir mi? Çalınan çocukluğun faturası ödetilmeden hesap kapatılabilir mi? Clara Law'ın yönetmenliğini yaptığı 2000 yapımı The Goddess of 1967, kendi adaletini bulmak için yola çıkan genç bir kadınla hayallerine kavuşmak için ona eşlik eden genç bir adamın yolculuk hikayesi. Rose Byrne içine kapanık, duygusal anlamda dengesiz genç kadın rolünde döktürdüğü için Rikiya Kurokawa onun gölgesinde kalmış lakin başarısız demek Kurokawa'ya haksızlık olur. Üç kuşak boyunca yaşanan trajedilerin tek tanığı The Goddess ise filmin üçüncü başrol oyuncusu. Filmdeki tablo gibi sahneler o kadar çok ki insan hangi birini seveceğini şaşırıyor. Üstelik Tokyo'nun gri, karanlık, mekanik, soğuk, yalnızlığı çağrıştıran imajıyla Avustralya'nın sıcak, samimi renkleri güzel karşıtlık oluşturmuş. Rose Byrne'ye Venedik Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran bu filmi yol filmlerini ve bağımsız sinemayı seven herkese tavsiye ederim.  ****

10 Nisan 2012

Little Senegal (2001)


Alloune, Senegal'den Yeni Dünya'ya gönderilen kölelerin yolculuk öncesi tutulduğu (şimdi müze olmuş) hapishaneyi gezmeye gelen turistlere rehberlik yapan yaşlı bir adam. O günlere dair hikayeler anlatıp, turistlere hapishanenin odalarını dolaştırıyor. Atalarının geldiği toprakları görmek için Senegal'e gelen iki Amerikalı kadınla tanıştıktan sonra da kararını veriyor: Amerika'ya gidip kendi atalarının izini sürecek. Uzun uğraşılar sonucu New York'un Harlem'inde buluyor yaşayan belki de tek akrabasını. Ama hayallerini gerçekleştirmek, izini bulduğu bu uzak akrabasıyla istediği sıcaklıkta bir ilişki kurmak zannettiği kadar kolay değil. Harlem'de Afrikalılar ve Afrikalı Amerikalılar arasında kardeş türküleri söylenmiyor. Irkçı toplumsal yapı sadece beyazlar ve siyahiler arasında değil, siyahilerin de kendi arasında bir hiyerarşi oluşturmuş. Afrikalılar o hiyerarşinin en altında. Harlem'de yaşayan yeğeni Hassan bu ilişkinin farkında olsa da amcası Alloune'a bunu anlatması pek mümkün olmuyor. Zira Alloune için aynı kökenden gelen insanlar birbirinin can yoldaşı. Oysa Harlem'deki sosyal ilişkiler bu kadar basit değil. Alloune ise bu gerçeği ancak yaşayarak öğreniyor. Cezayirli yönetmen Rachid Bouchareb'in yazıp yönettiği film ilginç bir fikirle yola çıkmış ama senaryosu biraz zayıf  kalıyor. Kadın-erkek ilişkileri güzel bir çeşitlilik sunmuş ama ilişkiler fazla derinleştirilmediği için yavan kalmışlar. Özellikle Karim ve oturma izni için evlenmeye çalıştığı kadın arasında yaşananlar filmin ana konusuna bağlanmadığı için gereksiz duruyor. Toplumsal farklılıklara gönderme yapmak, aile kavramının Senegal'deki önemini vurgularken New York'taki zayıf bağların bireyi sorunlarla baş ederken yalnızlaştırdığına değinmek güzel bir yaklaşım olabilirmiş eğer üstünkörü geçiştirilmeseymiş. Little Senegal özellikle göç ve etnise gibi konulara merak duyanlara ilginç gelebilir. Oyunculuklar ve senaryo orta karar olsa da film Afrikalılar ve Afrikalı Amerikalılar arasındaki ilişkilere dair pek bilinmeyen şeyler söylüyor. **

8 Nisan 2012

Kütüphane Maceralarım (vol. bilmemkaç)

Geçen Perşembe günü dersten çıkıp Flushing'deki devasa Queens Kütüphanesine attım kendimi. Hedefim bu haftaki tatilde izleyecek yeteri kadar film depolamaktı. (Bu arada her şeyi sanal dükkanlardan almaya/indirmeye alıştığımız bu zamanda kütüphane raflarında dolanıp kitap/film seçmek, adını hiç duymadığınız kitap/yazar/film/yönetmen keşfetmek gerçekten de unuttuğumuz güzelliklerden. Zira gözlemlediğim şöyle bir durum var: Herkes üç aşağı beş yukarı aynı filmleri izleyip aynı kitapları okuyor. Bir filmin (Young Adult misal) yorumunu en az üç ayrı blogda görüyorum peşpeşe. Oysa elimizin altında kütüphane denen hazine olsa, hepimiz farklı filmler, yönetmenler, yazarlar keşfedebilsek daha fazla zenginleşip bu aynılığı engelleyemez miyiz? Globalleşmeden dolayı sınırların kalktığı  iddia edilen, her türlü bilgiye erişim mümkün denilen bir çağda yaşayıp bu kadar tekdüzeliğe indirgenmek zorunda kalmamız beni pek mutlu etmiyor açıkçası. Neyse. Konuma geri döneyim.) Gittim filmlerin bulunduğu odaya. Rafların  önünde salınıyorum. "O klasiği de izlemedim, bunu da görmedim, onun konusu neymiş" diye diye elimi kolumu doldururken orta yaşlı bir adam "Aaa Pi'yi mi aldınız? Çok severim." diyerek söze girdi. Sonra elimdeki diğer filmlere baktı. "Aaa Sarah's Key? Bakın ben de aynısı aldım" cümlesinden sonra olaylar nasıl gelişti hatırlamıyorum. Dehşetengiz bir hafızaya sahip bu adamla herhalde bir saat o film senin bu film benim konuştuk. Bana filmler önerdi. Sophie'nin Seçimi'ni izlemediğimi duyunca hayrete düştü. Hemen S standının önüne gittik, aradık taradık, filmi bulduk. Kucağımdakilere ekledik. (Queens Kütüphanesi kesinlikle alışveriş sepeti hizmeti sağlamalı.) Çekip çıkardığı her filmin yönetmenini, oyuncusunu, aldığı ödülleri, kısacası bir filmle ilgili en ufak bilgi taneciğini bile hatırlayan bir sinefil. Kendimi yanında ufacık hissettim. David Cronenberg'in Dead Ringers filmine aslında Twins adını vermek istediğini ama Twins adında başka bir film olduğu için vazgeçip bu yeni ismi bulduğunu, ama 2004 yapımı Crash filminin aynı inceliği Cronenberg'e göstermediğini, Cronenberg'in 1996 yapımı Crash isimli filmine rağmen kendi filmlerinin adını değiştirmediklerini ondan öğrendim. "Şimdi Crash denince herkesin aklına Oskar ödüllü 2004 yapımı film geliyor. Cronenberg'in Crash'ini hiçbir yerde bulamıyorum" deyince eleştirilerine hak verdim. Hangi filmde kim oynamış, o film hangi ödülleri almış, bunların hepsini bilmesinin yanında bir de DVDlerdeki commentary kısmında yapılan söyleşileri, kamera arkası görüntüleri hatırlaması beni hayretlere düşürdü. "Benim beynim bilgisayar gibi" dedi her seferinde. Gerçekten de öyle bir hafıza. DVDlerin arka kapağında yazan oranların ne anlama geldiğini de ondan öğrendim. "Ben ilk arka kapaktaki oranlara bakarım. Full Screen diyorsa o DVDyi almam" diyordu en son. Beni bilgiye boğan bu sinefil adam hakkında elimdeki tek veri public housing evinde oturması, dolayısıyla yüksek gelirli olmadığı varsayımı. Sanırım bu da bize -tekrar ve tekrar- kütüphanelerin önemini gösteriyor. İlla iyi bir gelire sahip olmanız gerekmiyor edebiyat ve sinema tüketmeniz için. Zira kütüphanelerde bilgi gerçekten de elinizin altında. 

4 Nisan 2012

Video: Old Man and the Sea

Hemingway'in Old Man and the Sea kitabını okuyanlar bir de bu anlatıma bakın.

2 Nisan 2012

Faceless Killers

Milo'nun Faceless Killers yorumu


Kurt Wallender serisinin ilk kitabı Faceless Killers, İsveçli yazar Henning Mankell'in, Soğuk Savaş sonrası artan iltica başvuruları ve mülteci nüfusuyla ortaya çıkan toplumsal ve siyasi gerginlikleri mercek altına aldığı bir polisiye romanı. Hikaye, Lunnarp yakınlarında, çoğunlukla yaşlıların yaşadığı bir bölgede gerçekleşen çifte cinayetle açılıyor. Ölmeden hemen önce ağzından "yabancı" kelimesi dökülen yaşlı kadın, polisin aklına bölge yakınlarındaki mülteci kampını getiriyor. Ama önemli bir sorun var: Toplumda gün geçtikçe artan yabancı düşmanlığını iyice hortlatmadan "yabancıların" peşine nasıl düşülecek? Wallender ve ekibi bir yandan cinayeti çözmeye uğraşırken bir yandan da yabancı düşmanlığı ile mücadeleye başlıyor.

30 Mart 2012

28 Mart 2012

25 Mart 2012

Video: This Is Where We Live



2009'da 25. yılını kutlayan 4th Estate Publishing için hazırlanmış bir kısa film.

24 Mart 2012

Video: Post Secret



Bu video bana öncelikle Goffman'ı düşündürdü. Onun the Presentation of Self argümanını. Hepimizin bir sahne önü ve arkasına sahip olduğumuz gerçeğini. Sahne arkasına yığdımız sırların, kendimizle ilgili düşüncelerin varlığını. Bazen canımız pahasını onları koruma çabamızı. Rutgers'da ilk senesini okurken, oda arkadaşının yerleştirdiği kamera ile sevişme görüntüleri kaydedilen ve sosyal  medyada paylaşılan 18 yaşındaki eşcinsel gencin intiharını. Ve bunun gibi bir çok şeyi.    

11 Mart 2012

Video: Mourir Auprès de Toi (2011)


Spike Jonze: Mourir Auprès de Toi on Nowness.com.

Paris'teki Shakespeare and Co. kitapçısında, akşam çalışanlar gidip ışıklar söndükten sonra iki kitap karakteri - Macbeth'in iskeletoru ve Drakula'nın Mina'sı - vücuda gelirse ne olur? Hatta birbirlerine aşık olurlarsa ne olur? Yanıtı merak ediyorsanız buyrunuz, Spike Jonze yönetmenliğinde çekilen 6 dakikalık Mourir Auprès de Toi (To Die By Your Side) filmine. 

11 Şubat 2012

Kütüphane Turu


Bu aralar kitap okuma hızım düştü. Aslında bu yanlış bir cümle oldu. Bu aralar edebiyat okuma hızım düştü. Dönem sonunda doktora yeterlilik sınavına gireceğim için ders çalışıyorum. Kitap okuyorum ama edebiyatla bir alakaları yok. Yine de roman okuma çabalarım baki lakin sadece metroda giderken ya da gece uyumadan önce birkaç sayfa ile sınırlı. Ama bu durum kütüphaneden kitap toplama eylemimi hiç etkilemiyor. Aslında kitap alma düşüncesiyle değil, gayet DVDlere bakmak için gitmiştim geçen gün ama rafları da bir dolaşayım deyince toplayarak çıktım kitapları.   

Sağ baştan,

Faceless Killers - Henning Mankell 
The Book of Chameleons - Jose Eduardo Agualusa 
Lipstick in Afghanistan - Roberta Gately (bu sonuncusunun ismi çok uyduruk ama merak ettim)

Kimse kütüphaneden istetmediği sürece sorun yok, iki aya kadar bende kalabiliyorlar.
Tabi bu süre dolmadan okuyabilirsem ne ala!

8 Şubat 2012

Treeless Mountain


İki küçük kız kardeş Jin ve Bin'in hikayesini çok yalın bir dille anlatan Treeless Mountain, epey yavaş ilerleyen, çok az diyalog içeren ama kardeşlerin ilişkisini bütün doğallığıyla gözler önüne seren bir film. Yedi yaşındaki Jin ve beş yaşındaki Bin, anneleri ile birlikte yaşayan iki kardeş. Jin ilkokul öğrencisi. Henüz okula gitmeyen Bin ise anneleri çalıştığı için gündüzleri yan komşunun gözetimi altında. Jin bir gün okuldan eve döndüğünde evdeki eşyaların taşındığını görür ve akşam işten dönen annesine neler olup bittiğini sorar. Annesi babalarını aramaya karar verdiğini, bu yüzden Jin ve Bin'in bir süre şehir dışında yaşayan halalarında kalacaklarını söyler. Bu fikir Jin'in hiç hoşuna gitmez; annesiyle gitmek için ısrar eder ama ısrarları kabul görmez. Üçü birlikte halanın evinin yolunu tutarlar. Kızlarının huzursuzluğunun farkında olan anneleri halanın evinden ayrılmadan önce Jin ve Bin'e büyük, pembe, plastik bir kumbara hediye eder. Uslu durdukça halalarından harçlık alacaklarını; o harçlıklarla bu kumbarayı doldurabileceklerini söyler. Üstelik kızlarına bir de söz verir: kumbara dolunca geri dönecektir. Annelerinin gidişinden en çok Jin etkilenir. Bin, yaşının etkisiyle olayların çok farkında değilken, Jin terkedilişin, hiç tanımadığı bir akrabayla başbaşa bırakılmanın acısını en derinde hisseder. Bin'in anne özlemi zaman içinde artınca iki kardeş aynı beklenti çevresinde birbirine yakınlaşır. Film annelerinin dönüşünü bekleyen ve sadece çocuklarda rastlanacak bir saflıkla bu dönüşü hızlandırmak için ellerinden geleni yapmaya çalışan Jin'le Bin'in birbirine sımsıkı tutunmasını, annelerinin yokluğundan ve halalarının ilgisizliğinden doğan boşluğu aralarında gelişen ilişki ile doldurmaya çalışmalarını anlatıyor. Bu sade hikaye çocuk oyuncularının yeteneğiyle ve -pek tabi ki- yönetmenin başarısıyla çok dokunaklı bir anlatıya dönüşüyor. Çekimlerde kamera öyle güzel kullanılmış ki izlerken zaman zaman kendinizi bir kurguya değil de bu iki kardeşin gerçek hayatına bakıyormuş gibi hissediyorsunuz. Yakın plan yüz çekimlerini, Bin'in o eteklerini sürüye sürüye giydiği mavi elbisesini, bir de fon müziği kullanılmayan filmin tek "ses"inin çocukların söylediği şarkılar olmasını çok sevdim. Treeless Mountain, ilk filmi In Between Days'i kısa süre önce izlediğim yönetmen So Yong Kim'in ikinci filmi. Filmin senaryosunu da yazan Kim, öyküyü katıldığı bir yaratıcı yazarlık dersinde kaleme almış. Başarılı film yapmak için alengirli, seyirciyi şaşırtmalı bir senaryoya illa ihtiyaç duyulmadığını, en yalın hikayenin bile doğru anlatıldığı vakit izleyenleri kendine bağlayacağının kanıtı bu film. (4/5)  

30 Ocak 2012

Life In a Day


24 Temmuz 2010 tüm dünyada nasıl yaşandı öğrenmek ister misiniz?  Eğer yanıtınız evetse yönetmen Kevin Macdonald'ın birleştirdiği görüntülerden oluşan Life In A Day isimli filme buyrun. Youtube'un internet kullanıcılarına yaptığı "24 Temmuz'da hayatınızı çekin ve bize gönderin" çağrısıyla başlayan bu büyük proje kullanıcılardan büyük ilgi görmüş, 192 farklı ülkede kaydedilen 4500 saatlik görüntü açılan hesaba yüklenmiş. Uzun çalışmalar sonucu bu 4500 saat kısaltılarak/editlenerek/birleştirilerek 95 dakikalık bir film elde edilmiş. Gece saat 12'yi geçtikten hemen sonra başlayan film, dünya kendi ekseni etrafında bir kere döndükten sonra, yani ertesi gece saat 12'ye doğru son buluyor. Meydana gelen olaylar gerçekleştikleri/çekildikleri saate (aşağı yukarı) denk gelecek şekilde kurgulanmış. Dünya üzerinde gün içinde kimbilir kaç çift ayak yataktan inip yere basıyor hiç düşündünüz mü? Ya da kaç tane yüz yıkanıyor her sabah? Gün içinde yaptığımız ve neredeyse her gün tekrarladığımız bu temel hareketlerin bize özgü olmadığını, bizden kilometrelerce uzakta yaşayan milyonlarca insanla benzer pek çok davranış sergilediğimizi hatırlatıyor Life In A Day. Farklı dil, din, kültür, coğrafyada yaşasa da insanlığın buluştuğu ortak noktalar olduğunu gösteriyor. Hepimiz ihtiyaçlarımızı gidermek istiyor, ölümden korkuyor, ve mutlu olmayı bekliyoruz. Diğer bir deyişle, temel duygularımız, ihtiyaçlarımız, korkularımız aslında benzer. Bunları ifade ediş şekillerimiz, ihtiyaçlarımızı karşılama biçimlerimiz değişiyor sadece. Filmi izlerken beni etkileyen sahnelerden biri hayvanat bahçesinde doğum yapan zürafaydı. Dünyanın en rahat işini yapıyormuşçasına bir ifadeyle ayakta durup etrafına bakınırken yavru zürafanın doğması harikulade bir görüntüydü. İnsan kulesinin tepesine tırmanan küçük kız, paraşütle atlayıp çekim yapan çiftin görüntüleri ve hangi ülke olduğunu çok merak ettiğim keçilerin olduğu görüntüler de diğer favorilerim arasında. Filmin bir gün içinde gerçekleşen her şeyden bir örnek sunduğunu söylemek doğru olmaz. Bir tabut görüntüsü hatırlamıyorum mesela. Ama kullanıcı çekimleri ile oluşan bir filmin sınırları gönderilen videolarla çizildiğinden, filmden bu görevi beklemek haksızlık olur. Hem projeyi gerçekleştirenlerin böyle bir iddiaları olduğunu da zannetmiyorum. Amaç hem deneysel bir film üretmek hem de gelecek nesillere 24 Temmuz 2010'la ilgili kalıcı görsel bir belge bırakmak. Gönderilen görüntüleri izleyerek yaşadığımız gezegen üzerine çıkarımlar yapmak da biz izleyenlere kalıyor. 

Not: Life In A Day filmini Youtube üzerinden ücretsiz izleyebilirsiniz.

22 Ocak 2012

In Between Days


"Parachute Kids" deniyor onlara. Kuzey Amerika'da iyi bir eğitim almalarını isteyen aileleriyle birlikte, ya da bazen tek başlarına, Yeni Dünya'ya göç ediyorlar. Çok az İngilizce bilgisiyle ortaokul-lise seviyesindeki okullara transfer olan, yaşadıkları yeni dile ve kültüre adaptasyon sorunu yaşayan çocuk-ergenler onlar. In Between Days filminin ana karakteri Aimie de bu çocuklardan biri. Annesi ile birlikte geldiği Toronto'da tek arkadaşı Tran'le geçiriyor bütün günlerini. Tran de kendisi gibi Güney Kore göçmeni bir çocuk. Okulda kimseyle konuş(a)maması, dersleri anlamadığı için durmadan defterini karalaması gibi durumlar üzerinden tanıklık yaptığımız Aimie'nin yalnızlığı, geceleri çalışan annesinin yokluğu ile perçinleşiyor. Güney Kore'deki babasıyla hep sabah ışıklar ağarırken, uykusunu bölüp konuşuyor. Aynı evi paylaştığı annesiyle kurmadığı, kuramadığı yakın ilişkiyi ondan binlerce kilometre ötede yaşayan babasıyla kuruyor. Sokakta bulduğu kartın içinden çıkan aile fotoğrafında mutlulukla gülümseyen yüzlere bakmaya doyamıyor. Kendisinin sahip olmadığı aileyi bir başkasına ait fotoğrafta görüp saklıyor. Dilini doğru dürüst konuşamadığı bir ülkede yaşadığı yalnızlığın üzerine bir de Tran'le olan arkadaşlığında sorunlar yaşayınca ne yapacağını şaşırıyor Aimie. Yönetmen So Yong Kim, göçmenliğin ve aidiyetsizliğin arka planı oluşturduğu bu hikayede ilk aşkın sancısını anlatıyor aslında. İzleyiciyi ilk gençliğine, yaşadığı aşklara, kırıklıklara, üzüntülere, bekleyişlere, umut edişlere götürüyor. El kamerasıyla çekilen sahneler, bir de o her daim karlı, soğuk şehir ile Aimie ve Tran'in sıcak dostluğunun oluşturduğu tezatlık filmin sevdiğim özellilkleri. Yönetmenin ilk filmi olan In Between Days, 2006 Sundance Film Festivali'nde Special Jury Price for Independent Vision'a layık görülmüş. (4/5)

16 Ocak 2012

The Trip



Durmadan zıtlaşan, anlaşamayan, farklı telden çalan iki komedyen birlikte gurmelik turuna çıkarsa ne olur? Yönetmen Michael Winterbottom, 2006 yılında A Cock and Bull Story filminde bir araya getirdiği Steve Coogan ve Rob Brydon'ı 2010 yapımı The Trip projesinde yeniden buluşturmuş ve bu sorunun yanıtı aramış. The Trip, BBC'de 6 bölümlük bir mini dizi halinde yayınlandıktan sonra editlenerek uzun metraj film haline getirilmiş. Mini dizi halini bilemem ama film hali gurmelik kısmından ziyade Coogan ve Brydon arasındaki atışmalara, zıtlaşmalara, "ben daha iyi taklit yaparım" yarışlarına, esprilere, kısacası ikilinin ilişkisine odaklanıyor. Kahramanlarımız yarı kurgu, yarı doğaçlama senaryoda bir şehirden diğerine ilerlerken izleyici de yanlarına katıp İngiltere'nin tabiatına hayran bırakmak, ne yediklerini açıklamayarak merak uyandırmak, bol bol Michael Caine taklidine maruz bırakmak gibi misyonları da yerine getiriyorlar. Coogan'ın yalnızlığı, tek gecelik ilişkileri, sivri dilliliği  ile  Brydon'ın aile babalığı, karısıyla gece yaptığı telefon konuşmaları, yumuşak dilliliği ikili arasındaki en büyük tezatları oluşturuyor. İkisinin de komedyen olması, taklit yapabilmeleri, geyik muhabbetinde kaybolma azimleri, vs. ise buluştukları noktalar. Tek sorun izleyici kusturana kadar Michael Caine taklidi yapmaları. Arada temposu düşse de film sonlara doğru iyi toparlıyor. Coogan ve Brydon'ın mezarlıktaki diyalogları, arabada yaptıkları binbir türlü geyikler ve filmin kapanış sahnesi favorim. 2011 BAFTA Televizyon ödüllerinde En İyi Durum Komedisi dalında aday olduklarını, Steeve Coogan'ın En İyi Erkek Komedi Performansı ödülünü kaptığını da not edeyim. (3.5/5)

13 Ocak 2012

The Other Side of Immigration * Müzik



The Other Side of Immigration belgeselinden. Çok başarılı bir çalışma olmasının yanında şahane müzikleri ile de akılda kalan bir film.

9 Ocak 2012

Midnight in Paris: Geçmiş "Şimdi"de Güzel


Neredeyse herkesin izlediği ve ezbere bildiği filmin hikayesinden kısaca bahsedip pek kıymetli yorumlarıma geçeyim zira bininci baskı olacak olur da bu yazıyı okuyan olursa onlara. Bir Amerikalı çiftimiz var. Gil, yıllardır Hollywood'da işler yapmış, şimdi de ilk romanı üzerinde çalışan bir senarist. Nişanlısı Inez ise açıkçası ne üdüğü belirsiz bir hatun. Bir yerde mesleğine filan değiniyorlarsa ben kaçırmışım. Ana babası karun kadar zengin. Materyalist, Malibu'daki havuzlu evini bırakıp Paris'e taşınmayı hayal bile edemeyen, sanatla sırf laf olsun torba dolsun diye ilgilenen, entelektüel birikimden fersah fersah uzak, en son ne zaman kitap okumuştur Allah bilir-vari bir kadın. Gil'in kitap yazma çabasını da pek ciddiye aldığı söylenemez. Gil ise romantik, sanat ve edebiyata düşkün, entelektüel birikimini Inez'in eski sevgilisi Paul gibi gösteriş için kullanmayan, Hollywood'un yapaylığını bırakıp Paris'te yaşamaya dünden razı bir adam. Tabi bu iki karakter akla şu soruyu getiriyor: Bunların birbiriyle işi ne? Neyse, üstümüze vazife değil bu iki ayrık otunun neden bir arada olduğunu sorgulamak, aşkın gözü kördür deyip geçiverelim bu kısmı.

6 Ocak 2012

50/50: Ne Komedi Ne Drama


İşlediği konuyu bir güzel harcadığını düşündüğüm 50/50 genç yaşta kansere yakalanan Adam'ın hikayesini anlatıyor. Sağlığına dikkat eden, düzenli olarak spor yapan, sokak boşken bile kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmeyen, yeşili bekleyen, kısacası hayatını riske atmadan yaşayan biri Adam. Sırt ağrısı şikayetiyle gittiği doktoru ender görülen bir kanser türüne yakalandığını söylüyor. Evde internet üzerinden hastalığını araştırırken bu türe yakalanan hastaların hayatta kalma ihtimalinin yüzde elli olduğunu öğreniyor. Filmin kalanı Adam'ın hastalığını öğrendikten sonra değişen hayatı,  bu hayata alışma süreci, çevresindekiler -yani- en yakın arkadaşı Kyle, sevgilisi Rachel, anne-babası ve psikiyatrı Katherine ile ilişkileri üzerine kurulu. Bir de tabi film iki ihtimalden hangisi ile sonlanacak sorusu var.

4 Ocak 2012

Kütüphane Turu


Sırayla,

The Tiger's Wife - Tea Obreht (önceki kütüphane ziyaretinden gerçi bu)
Fame - Daniel Kehlmann
Girls of Riyadh - Rajaa Alsanea
Nocturnes - Kazuo Ishiguro

Aslında bir müddet sadece distopya okuyacaktım ama o sözümü bozalı epey oldu. 
Elbet geri dönülür, o kitaplar da okunur, nasip, kısmet.   

3 Ocak 2012

Bana Geleceğin Resmini Çizebilir Misin Katniss?

Herkesin okuduğu, hakkında konuştuğu, 2012’de ilk filmi gösterime girecek bu üçlemeyi okumasaydım herhalde gözlerim açık giderdim. Böyle bir şeyin olmasını tabi ki istemediğimden hemen kütüphaneden istettim üç kitabı. İlk kitabı yürek çarpıntısı ve binbir heyecan içinde okuduğumdan çok kısa sürede bitirdim. İkinci kitabın ilk yarısında fazla oyalandım; bir miktar sıkıcıydı. Son kitap elimde en çok sürünen kitap oldu zira kitabın sondaki ufak bir kısmı hariç geri kalanında sıkıntıdan buhran geçirmek üzereydim. En nihayetinde bitirdim, huzura erdim, ha şimdi ölsem gözlerim kapalı mı giderim, elbette hayır ama gözümü arkada bırakacak şeylerden biri eksilmiş oldu.